|
(Bu yazıyla, aynı zamanda, sık sık sosyal
çalışma mesleğini savunma tavrı içinde, kırık bir yürekle
suçlar gibi bana yöneltilen “Neden SGDD’nin (Sığınmacı ve Göçmenlerle
Dayanışma Derneği) iş ilanlarında sosyal çalışmacı ilanı verilip bu
kadrolara sosyal çalışmacı olmayanların alındığı ile neden sosyal çalışma
görevlisi kavramı yaratılarak bu yolla “bizim mesleğin” gasp edildiği
sorularının yanıtları da verilmektedir.) |
15 Mart 2011 günü Suriye’deki
iç savaşın başlatılmasıyla Türkiye’ye Suriye’den göçler başladı.
Daha önce 1980’li yıllarda uzun süren İran Irak savaşından ötürü ortalama 1
Milyon’un üzerinde sayılanan göçmen Türkiye’ye giriş yapmıştı.
1980 askeri darbesinden sonra da Milli Birlik Komitesi Başkanı Orgeneral
Kenan Evren’in takdirleriyle iki seferde 5000’er kişilik Afgan göçmen
Türkiye’ye getirilmiş ve Doğu’da yerleşim birimleri inşa edilerek
yerleştirilmişlerdi.
Türkiye bunları sığınmacı olarak kabul etmiyor. Ama alıyor. Doğru da
yapıyor. Kavram önemli.
Demem odur ki Türkiye çevre ülkelerinden ve Doğu’dan göçmen alma durumunda
olan bir ülkedir. Bu doğaldır, kaçınılmazdır; Türkiye’nin jeopolitik
konumunun gereğidir.
Türkiye buna sürekli hazır olmalıdır ve hazır olup olduğunu da Suriye
savaşından sonra gelen göçlerle göstermiştir.
Göç iki kenarı keskin bıçaktır.
Bir kenar şudur:
Hiçbir ülke kendi toplumsal bütünlüğünün içine yabancı kültürlerin rahatça
girişine izin vermez. Hiçbir yapının (grup, aile, spor takımı, cezaevi
koğuşu vb.) izin vermediği gibi. Rahatsız olur; tepki verir. Dünya’nın her
tarafından bu böyledir.
Diğer kenar şudur:
Dünya’nın her tarafında ülkesini terkeden insan/lar mağdur durumundadır.
Sıkıntılıdır, çaresizdir. Bunlara yer açmak, yuva kurmalarına yardımcı olmak
ve insanca yaşamaları için ortam hazırlamak insanlığın gereğidir. Çağdaş
olmanın, insan haklarına saygılı olmanın gereğidir. Ülkesini terketmek kolay
değildir. Olağan durumlarda hiçbir insan buna girişmez. Girişiyorsa
zordadır, yardıma gereksinimi vardır. Devlet devletliğini salt kendi
yurttaşları için değil, kendisinden el bekleyen her çaresiz kişi ve gruplar
için de gösteren devlettir.
Kendi kültürel yapısının iticiliği ile evrensel insan haklarının savunucusu
olmanın insani zorunluluğu arasında olmak zor bir konumdur ancak çağdaş
devletlerin her iki keskin ucu insanlara zarar vermeden dengelemenin
ustalığını beklemektedir.
Sürekli iki sandalye arasında oturan sosyal çalışmacı bir yandan yerel
toplumu anlar ve onların lehine çözümler üretirken aynı zamanda göçmeni,
sığınanı, çaresizi anlayarak onun için çözümler üretmesi doğal olan bir
meslek elemanıdır. Bu ikili çalışma bu mesleğin yapısında vardır.
Özelliğidir.
Devlet bir yönetim aygıtıdır. Hedefi yönettiği toplumun refahı ve huzurudur.
Toplumun gereksinimlerinin önceden görülerek giderilmesi, sorunlarının
çözümü devlet aygıtını belirli süreler için yöneten hükumetlerin görevidir.
Hükumetlerin çalışma alanının içinde de toplumda ortaya çıkan sorunların
çözümü için ilgili birimlerin, yani kurumların, kuruluşların, yapıların,
mesleklerin harekete geçirilmesi, o soruna uygun olarak düzenlenmesi ve
üretici kılınmasıdır.
Konuya yaklaşıyoruz. Mesleklerin de yeni toplumsal oluşumlara göre
kendilerini yeniden düzenlemesi, yeniden yapılanması ve yeni sorunlara
çözümler üretmesi beklenmelidir.
Konuya biraz daha yaklaşıyoruz: Toplumsal yapı değişiminin sürekli kıldığı
toplumsal devinimler ve onun dalgalarının yarattığı sosyal sorunlardan
doğrudan sorumlu meslek sosyal çalışmadır. Sosyal çalışma toplumda her zaman
ortaya çıkabilecek ve çıkan sosyal sorunların çözümü için çözüm portföyünü
yanında taşıyan bir meslektir.
Yeni karşılaşılan sosyal sorunlarla başetmek için de, olabilir a,
portföyünde gerekli hizmet araçları yoksa onları hangi modelde, nereden,
nasıl üreteceğini de bilmesi gereken ve bilen bir meslektir. Onun meslek
olması yeni ve tarihsel olarak birden ortaya çıkan sosyal sorunları
çözebilmek için yeni çözümleri yedeğinde bulundurması gücünü ona verir.
Sosyal çalışma Türkiye gibi bir ülkede göç ve sığınma konuları ile bu alanda
ortaya çıkacak sosyal sorunları çözüm yaklaşım, model, yöntem ve
tekniklerini geliştirmiş ve portföy çantasına koymuş olması beklenir.
Oysa Türkiye’de durum böyle değildir. Türkiye’de sosyal çalışma göç ve
sığınma alanında bırakınız çözüm çantasına sahip olmayı bu sorun alanının
maalesef olabildiğince dışındadır. Ne bir yaklaşımı vardır, ne düşüncesi, ne
çözüm modeli bulunmaktadır. Ne de çözümle ilgili mesleki yöntem ve
tekniklerini belirlemiştir.
Sorarsanız, söylenecek şudur. Bize kadro vermiyorlar ki! Şu bakanlık, bu
genel müdürlük kadro açarsa, bizi görevlendirirse koşar çalışırız. O zaman
da göç yolda düzülür örneği öğrenmeye işe başladıktan sonra
başlayacaklardır. Bu arada o konuya yetkin başka meslekler o kadroları
kaparlarsa da kızacaklardır. Mesleklerinin geri plana itildiğini
düşüneceklerdir. Abdülhak Hamit’in dedesi Abdülhak Molla’nın dediği gibi
“Hazır ol cenge eğer ister isen sulh u salah”. Gelecek kadrolara bugünden
yetkince hazır olmadıkça o kadroları yitirmek size düşmanlık yapıldığı
anlamına gelmez. Herkes sizin yetkinleşmenizi beklemiyor. Kendisini
yetkinleştiriyor. Ve kadrolara atlıyor. Siyasal yöneticilerin de geçici
tüzel düzenlemelerle buna kapı açması kadar doğal bir durum yoktur. Çünkü
onların birincil sorunu bir mesleği korumak kollamak, gelişmesini beklemek
değil, işsiz kimselere kadro açmaktır. Bir meslek için kendi özgücünü
harekete geçiremeyip de devletin, hükumetin, bakanlığın, başka birilerinin
kendini savunmasını, biryerlere getirmesini beklemek kadar üzücü bir durum
yoktur.
Olayı isteristemez kişiselleştireceğim. Ben Almanya’da öğretim elemanı
olarak (Almancası dozent olarak… Doçent değildir bu!) belirli bir süre görev
yaptım. O sıralarda Almanya’ya Türkiye’den giden işçilerin sorunları için
önce sendikacı, sonra akademisyen kimliğimle öğrenmeler, tartışmalar ve
çalışmalar yapmıştım. O zamanki adıyla “Berlin Alice Salomon Sosyal Çalışma
ve Sosyal Eğitim Yüksekokulu”nda üç yıl kadar dersler verdim. Kuşkusuz bu
dersler arasında Türkiye’deki sosyal çalışma ve sosyal hizmetler ile sosyal
politikaların anlatılması gibi konuların yanısıra Almanya ve Avrupa’daki
yabancı işçilerin ailesel, kültürel ve çalışma ve uyum sorunları da vardı.
Kültürbilim konusuna orada girdim. Kültür çalışmaları ve anlatımları yaptım.
Türkiye’ye, istifa ederek, ayrılarak gitmek zorunda kaldığım Almanya’dan
Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler Yüksekokuluna geri döndüm. Doğaldır;
müdürümden sığınma, göç, konularında bir seminer verme olanağının
sağlanmasını rica ettim. Hocam beni kırmadı. 1990 yılında ilkkez Türkiye’de,
bir sosyal hizmetler yükseköğretim kurumunda göç ve sığınma konuları
akademik boyutta ders planına girdi. 1990-1991’den emekliliğime değin bu
seçmeli semineri severek verdim.
Şunun için bunları yazdım. Bu dersi üzerime alınca, öğretim elemanı
arkadaşlarımdan, aynı Ömer Bedrettin Uşaklının enfes şiirinde dizelediği
gibi;
“Fısıltılar döküldü karanfil dudaklardan,
“Dediler ki Ayşecik artık ayrıldı yardan.
“Bütün ona çevrildi gülümseyen bakışlar;
“Ayşe’nin gözlerinde yılan oldu nakışlar.”
Geldi kulaklarıma şu fısıltılar. Herhalde zamanın müdürünün bana karşı
olumsuz yaklaşımlarına bakarak, çocuk, aile, gençlik, yaşlı, engelli kadın
gibi baba konular varken, bağımlılık, alkol, sağlık, cezaevi vb. konular
varken; suçluluk, tıbbi sosyal hizmet gibi ana alanlar varken göç ve sığınma
gibi böyle hiç alışılmamış, kimsenin aklına gelmeyen bir konuyu vererek beni
adeta olumsuzladığını düşünmüşlerdi. Gerçekten de o tarihlerde sadece
yukarıdaki konular sosyal çalışma mesleğinin konuları olarak görülüyordu.
Çok uzun yıllar geçmesi gerekti, sığınma ve göç konularının da sosyal
çalışma mesleğinin önemli konu alanlarından biri olduğunun benimsenmesi
için. Yıllar sonra bu seçmeli dersi verebilmek için çaba harcayanları
bilirim. Sığınma ve göç konuları onlar için o tarihlerde sevilmeyen öğretim
elemanını cezalandırma konusu olabilirdi.
Semineri yıllarca zevkle sürdürdüm. Öğrencilerini birkaç yılda bir özel
ilişkilerimle Almanya’ya öğretim gezilerine götürerek konuya daha
ısınmalarını sağladım. Hatta birkaç öğrencim daha sonra dillerini geliştirip
Avrupa’ya giderek oralarda çalışmaya başladılar. Kaldılar. Bunların sayısı
daha yüksek olabilirdi; eğer okulda uygun klima olabilseydi.
Bu süreç içinde BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) ile ilişkilerimiz
oldu. Bunlardan biri Ortadoğu BMMYK Temsilcisi Hint kökenli ve sosyal
çalışmacı olduğunu söyleyen bir bayan, benim bir toplantıda sosyal çalışmacı
olduğumu duyunca özel görüştü. Dedi ki, BMMYK’da ve göç alanında sosyal
çalışmacıların çalışması gerekir, ancak Türkiye’de sosyal çalışmacı
yetiştiren öğretim kurumu yokmuş. Sizin bu alanda öğretim üyesi olduğunuzu
duyunca merak ettim, dedi. Şaşırmıştım. Var olduğunu söyledim. Demek ki
Türkiye’de o tarihlerde bir tek de olsa sosyal çalışmacı yetiştiren
yükseköğretim kuruluşu olduğu bilinmiyor muydu, yoksa bilinip de kasıtlı yok
mu deniyordu, girmeyeyim o konuya.
Uzun yıllar sonra öyle bir dönem geldi ki göç ve sığınma konularının ilginç
ve zevkli sosyal çalışma alanları olduğu algılanmaya başlayınca konuya
yaklaşmaya başladılar. Hatta dersi verme arzusu duyan arkadaşlar oldu. Bu
gelişmeydi, kuşkusuz.
Ancak, şimdi bilmiyorum, o tarihlerde BMMYK’da çalışan hukuk, kamu yönetimi,
uluslararası ilişkiler, siyaset bilimi, sosyoloji, psikoloji vb. çıkışlı
hemen hemen tüm çalışanlar kartvizitlerine sosyal çalışmacı/social worker
yazdırmışlardı. Görüyordum. Soruyordum. Cenevre’nin sosyal çalışmacı talep
ettiğini; bu nedenle kartvizitlerine sosyal çalışmacı/social worker
yazdıklarını söylüyorlardı.
Hatta BMMYK Ortadoğu Temsilcisi Hanımefendi meslektaşım, bana, BMMYK’nın her
sabah kapısında bekleyen sığınmacılarla bir araştırma yaparsam
destekleyeceğini söyledi. Rica etti. O gittikten sonra BMMYK’ya birçok kez
giderek o zamanki ilgililerle bu çalışma için diyalog kurdum; ancak,
söylemeliyim, araştırmayı yapmama olanak sağlanamadı. Kibarca engellemeler
yapıldı; başaramadım. Şimdi kendi eksikliğimi de dürüstlükle söyleyeyim.
İngilizceyi kullanamadığımdan Cenevre’de bulunan bu Hintli hanıma mektup
yazıp durumu bildiremedim. Hatta çalıştığım bölümden İngilizce destek alıp
mektubu birine yazdırmayı da denedim, ancak onu da başaramadım. Ortadoğu
temsilcisi sosyal çalışmacı hanım benim araştırmayı yapamadığımı, yapmak
istemediğimi düşünmüş olacaktır. Yitirdik birbirimizi. O da aramadı, ben dil
nedeniyle ulaşamadım.
Bu eksikliğimin sıkıntısıyla SGDD’nin kurulduğu (Kasım 1995) yıl kurduğum
SABEV adlı vakıfta (Haziran 1995) ayda 1 TL karşılığında HÜ SH bölümü
öğrencilerine İngilizce ve Almanca dil dersi düzenledik. Ne kadar sürdü
şimdi bilemiyorum; ancak ilgi ve öğrenme giderek azaldı. Öğrenci bulamaz
olduk. Oysa burada ya da başka yerde İngilizce ya da Almanca öğrenen sosyal
çalışma öğrencileri mezun olduklarında BMMYK’da çalışabileceklerdi. Bunu
BMMYK’nın sosyal çalışmacı gereksinimine dayanarak söylüyorum.
Yetiştiremedim.
Hatta SABEV’de bir dönem de Almanya’dan Alman Kültür Merkezinde Almanca
öğrenmek isteyenler için birer yıllık burslar da sağlamıştım. Almanca
öğrenmek (ve Almanya’ya gitmek) istiyorum diyen ardarda yedi HÜ SHY
öğrencisini bu bursu çalıştırarak Ankara AKM’nde Almanca öğrenimine
yolladık. Yedisi de ilk 15 günle otuz gün arasında vakıf başkanı ve
kendilerine bursa sağlamış olan bana bilgi verme gereği duymadan bıraktılar.
Ortadan kayboldular. Bu yedi kişinin adları vakıf dosyasında bulunmaktadır.
Göç ve sığınma seminerleri düzenlediğimiz ve Bölüm’de seçmeli Göç ve Sığınma
Semineri alanlar arasından Almanya sosyal çalışma yükseköğretim
kuruluşlarına eğitim ve kültür ziyareti olarak gittiğimiz gruplara da
sürekli yabancı dil güdülemesi yaptım. Bunların arasında bir sosyal
çalışmacı İngiltere’ye gitti ve hala orada belirli makamlara gelerek
çalışmaktadır. Bir diğeri Almanya’da göç ve sığınma alanında çalışmaktadır.
Bunların dışında BMMYK’da görev almaya hevesli ve yabancı dili yeterli bir
sosyal çalışmacı çıkaramadım. O uluslarüstü kuruluşta HÜ SHB çıkışlı bir tek
sosyal çalışmacı hiç olmamıştır; halen bulunmamaktadır.
Benim SGDD başkanı olduğum ya da aktif çalıştığım dönemlerde gerek BMMYK’nın
gerek SGDD’nin toplantılarına o zamanki SHÇEK’ten sosyal çalışmacılar da
davet edildi. Gelenler demeyelim, üstleri tarafından gönderilenler oldu.
Ancak onlardan duyduğumuz iki temel tepki vardı.
- İlgim yok. Yolladılar, geldim.
- Çok güzel; yapacak çok şey var, ancak kuruma geri döndüğümde bu alanda
çalışma olanağım yok. Bizi sadece gönderiyorlar. Görev vermiyorlar ki!
Bu tepkilerin ikisi de haklıydı. Katılımlara her seferinde farklı sosyal
çalışmacıların gelmesi o konuda birikimli ve zaman içre konuya ilgisi artan
sosyal çalışmacı yetişmesini de sağlamıyordu. Gelip dinleyip ciddi hiçbir
katkı yapamadan geri dönüyorlardı.
Olmadı, olmadı, halen olmuyor.
Şimdi:
Günümüzde Türkiye’de toplam 3 Milyon 700’in üzerinde sığınmacı, mülteci,
göçmen gibi farklı statülerde yabancı vardır. Bunlarla gerek BMMYK, gerek
SGDD, gerek bunların ve diğer STÖ’nin açtığı kamplarda birçok sosyal meslek
sahibi ya da lise mezunu, önlisans mezunu elemanlar çalışmaktadır.
Sadece SGDD’de ortalama (proje süreç ve sayısına göre) 1600-1800 genç
çalışmaktadır. Hemen hepsi üniversitelerin çeşitli bölümlerinden mezun olup
temelde İngilizce, buna ek olarak Arapça, Farsça, Kürtçe bilmektedirler.
Aldıkları lisans öğretimi ve yabancı dil bilgileri dışında da hemen hepsi
donanımlı, kendilerini iyi yetiştirmiş, konuyu kısa sürede kavrama
becerisine sahip, etkin (aktif), yaratıcı, çalışmayı seven, işten zevkle
kaçmayan seçkin gençlerdir. Bunlar başvuran göçmen ve sığınmacılarla
görüşmeler yapmakta, görüşme raporlarını (SİR!) yazmaktadır. Bu arkadaşların
raporlarına göre kararlar alınmaktadır.
Açık konuşalım. Çok istememe karşın bu 1600-1800 çalışan arasında sosyal
çalışmacı sayısı bir elin beş parmağını geçmemektedir. Türkiye’deki Suriye
ve Irak’tan kaçarak ülkemize sığınmış kimseler için açılan ve içinde 235.000
kişi barındıran 21 barınma merkezinde; Güneydoğu illerinde hizmet veren
başka STÖ’lerin projelerinde; İstanbul, Ankara, İzmir başta olmak üzere
Türkiye’nin birçok kentinde çalışan STÖ’lerde ve projelerinde, sadece
Suriyeli gelenlere proje yapmak için kurulan STÖ’lerde; BMMYK’nde (UNHCR)
başta olmak üzere, UNICEF, IOM, UNFPA, UNIDO, WFP, WHO, ILO GİBİ uluslarüstü
sivil kuruluşlarda; ilgili elçiliklerde, ilgili elçiliklerin göç ve sığınma
ofislerinde, bunların projelerinde; kesin bilgi yok ancak, ortalama 3000
kişi sosyal hizmet alanında çalışmaktadır. Bunlar göçmenlerin sosyal yardım
almaları, doğumlar ve hastalıklar için hastanelerle bağlantı kurulması, iş
bulmaları, çocuklarının okula kayıt sorunlarının çözülmesi, meslek
edindirme, kurslar, babalık eğitimleri… vb birçok konularda sosyal hizmet
vermektedir.
Bunların öğrenimleri, lisansları farklıdır. Bunların hemen hepsi İngilizce
bilen, konuya bilgili, donanımlı gençlerdir. Buralarda da diplomalı sosyal
çalışmacı sayısı üç beş civarındadır. Dolayısıyla buralarda sosyal
çalışmanın disipliner mesleki müdahalesi eksiktir. Bu yazıktır.
Niye eksiktir? Çünkü bugünün Türkiyesinde, işin başındanberi, donanımıyla bu
alanda çalışacak sosyal çalışmacı bulmak hemen hemen olanaksızdır. Çünkü
sosyal çalışmacılar arasında İngilizce bilen yoktur, Arapça, Kürtçe bilenler
de anadilleri olduğu için konuşmakta, ancak bu dillerde yazamamaktadır.
Konuştuğunu yazıya dökemeyince işe yaramamaktadır. Konuştuğunu yazıya
dökemeyen insan dilsizdir. Çünkü onların konuşmaları kahve konuşmasını
geçmez. Hiçbir biçimde mesleki konuşma olamaz.
Oysa bu alan sosyal çalışmacıların etkin olması gereken bir alandır. Göç ve
sığınmacılarla sosyal çalışma uygulaması yapacak olan sadece lisanslı sosyal
çalışmacılardır. Göç ve sığınma alanında herkes proje yapar, sosyal hizmet
verebilir. Buna itiraz olamaz. Göçmen ve sığınmacılarla gerçek bir mesleki
işlevi yerine getirerek çalışabilecek ancak lisanslı sosyal çalışmacılardır.
Üstüne üstlük bugün Türkiye’de yaşayan kayıtlı Suriyeli sayısı 3.250.000’in
üzerinde; Suriyeli dışında Türkiye’ye sığınanların sayısı ortalama
400.000’dir. Bu, sayılar, Türkiye’nin bugün (son üç yıldır) Dünya’da en çok
sığınma girişiminde bulunanları barındıran ülke olduğunu göstermektedir.
Bunların ortalama %70’i tüm toplumsal cinsiyet çerçevesindeki sorunlarıyla
kadın ve çocuklardır. Sadece çocuklar sığınan nüfusun %50’sidir. Suriyeli
çocukların %56’sı okula gitmiyor. 20.000 Suriyeli üniversite öğrencisi
Türkiye’dedir. “Bir Milyon mülteciye bir Milyon kart verildi.” (2017). Tüm
bu nüfusun aralarındaki yaşlıları, gebeleri, hastaları ve süreğen hastaları,
alkolikleri, bağımlıları, eşcinselleri; başka boyutta, bu kesimin beklediği
sağlık hizmetlerini, eğitim hizmetlerini, adalet hizmetlerini, çalışma ve
sosyal güvenlik hizmetlerini düşünürseniz, bunlar doğrudan sosyal çalışma
mesleğinin hizmetlerini beklemektedir; gereksinim duymaktadır. Sadece
yukarıdaki sayılar sosyal çalışma meleğine bu alanda ne büyük bir yük
yüklediğini göstermektedir.
Bu kaçak, göçmen, sığınmacı, düzensiz göçe konu olan nüfus Türkiye’de 62
uydu kente dağıtılmıştır. Yani Türkiye’nin hemen her tarafında sosyal
çalışmacı bu alanda özellikle etkin olma durumundadır.
Bunlara el uzatıp kişisel, ailesi ve topluluksal sorunlarını hafifletenler
dünyanın her tarafında sosyal çalışmacılardır. Türkiye daha bu alanın
farkına bile varmamıştır. Kamu yönetimi de, akademi dünyası da, uygulama
yönetimleri de farkına varmamıştır. Çünkü onlar sosyal çalışma mesleğini
farklılığıyla, bir disiplin olarak değil, sosyal hizmet etkinlikleri olarak
görmektedir. Bu itibarla, farkına varılsa da hadi gelin dendiğinde düzey ve
donanımıyla gelebilecek sosyal çalışmacı bulmak iğneyle kuyu kazmaktan
zordur.
Yetkililerin farkına varmasını beklemek ya da onlara farkına varmadıkları
için tan etmek, aslında, doğru değildir. Doğru olan, bir alanda etkin
olduğunu düşünen bir mesleğin yeterli mesleki donanımı, planı ve programıyla
ortaya çıkması, tartışmalarla, makalelerle, kitaplarla bu alanda kimlere ne
hizmet vereceği konusunda yetkilileri vazgeçilemeyeceği yönünde ikna
etmesidir. Meslek olarak herkesin verdiği, vereceği sosyal hizmetlerin
dışında bu kitleye ne vereceği, hangi hizmeti sunacağı, mesleki varlığını
nasıl harekete geçireceğini önce kendisi öğrenmeli ve öğretmelidir. Sosyal
çalışma sosyal hizmet vermek demek değildir. Sosyal hizmet herkesin kendi
disiplin, lisans, bilgi, ilgi ve seçim çerçevesinde insana vereceği
hizmetlerdir. Sosyal çalışma dünyanın her tarafında bir disiplin konusudur,
farklı bir etkinlikler bütünün oluşturan bir meslektir. Bu boyutuyla
varlığını kabul ettirmesi gereken meslektir.
Eğer bir meslek kendisini donanımıyla, bilgisiyle, etkinliğiyle,
disipliniyle kabul ettiremediği takdirde bu mesleğin önemini kavramış olan
hükumetlerin de en sonunda yapacağı “sosyal çalışma görevlisi” gibi uydurma
ve hukuku zorlayan sahte terimler yaratarak o mesleğin dışında o mesleğin
işini yapabileceğini düşündüğü diğer disiplinlere kapı açmaktır. Bunun suçu
da böyle bir çözüm bulan hükümette değil, varlığını hükumete kabul
ettiremeyen asli meslek elemanlarında ve onları yetiştiremeyen
akademisyenlerdedir.
Kendini yeterliliğiyle kabul ettirmeyeni kimse kabul etme zorunda değildir.
Burada sıkıntılı bir durum ortaya çıkmaktadır. Yabancı dil bilmeyen ve aktif
katılım sağlayamayan diplomalı sosyal çalışmacılardan SGDD’de görev verilen
birkaç kişi, maalesef, (a) yabancı dil bilmedikleri; (b) “sosyal hizmet”
bakış açısını aşamadıkları ve dolayısıyla (c) sosyal çalışma mesleğinin
gereklerini bilemedikleri için muhasebe, kayıt kabul, giysi toplama, yazışma
gibi birimlerde görevlendirildiler. Bunlar da mesleklerini uygulamaktan uzak
bir konumda çalıştıkları için çalışma ortamında sıkıntıya düşmektedir.
Meslekten olmayan ve sosyal çalışmacı olarak alınan, İngilizce ve diğer
dillerden birini bilenler sosyal çalışmacının yaptığı işleri yapmakta,
gerçek sosyal katılımcılar bürokraside kayıt işlerine bakmaktadır. Şunu da
söylemek zorundayım. Gerçek işlevini yerine getiremeyen ve işyerinde meslekî
doyumunu sağlayamayan gerçek sosyal çalışmacılar bu stres içinde yanlış
davranışlara sapmakta, bu kez hukukdışı işler yaptıkları için görevlerine
son verilmek zorunda kalınmaktadır. Bu meslek adına çok üzücüdür.
Yeri gelmişken bir yanlış eleştiri ve değerlendirmeyi de SGDD’nin uzun
yıllardır denetim ve yönetim kurulu üyeliğini, başkanlığını yapan ve son
yıllarda ve halen yönetim kurulu üyeliğini yapan biri olarak düzeltmek ve
açıklamak isterim.
SGDD projeleri için personel ilanı verilirken ilanlarda ısrarla ve düzenli
olarak sosyal çalışmacı arandığı bildirilmektedir. Çünkü gerçekten sosyal
çalışmacı aranmaktadır. Gerek Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği ve SHUD Grup
sayfasında konuya egemen olmayan “sosyal hizmet uzmanları” neden sosyal
çalışmacı kadrolarına sosyal çalışmacı olmayanların alındığını eleştirerek
sormaktadır. Dernekten bu soru bana da getirilmiştir. Yanıt şudur.
Çünkü gerçekten de konuya donanımlı sosyal çalışmacı aranmaktadır ve
bulunamamaktadır da ondan. Ama aranan, içtenlikle, sosyal çalışmacıdır.
Yıllardır işe uygun sosyal çalışmacı bulunamıyorsa ilanı değiştirip sosyal
hizmet alanında çalışacak her meslekten çalışanlar aranıyor diye mi ilan
vermeli, o alanın ana yetkilisi olan sosyal çalışmacıyı aramayı sürdürmeli
miyiz? Bu soruyu sormalı ve cesaretle yanıtlamalıyız.
Beklenen niteliklere sahip (Bu nitelikler: Yabancı dillerden birini okuma
yazma düzeyinde bilmek; proje mantığına uygun çalışma temposuna sahip ve
yaratıcı olmak ve yüksek güdülenmişlik.) sosyal çalışmacı bulamayınca
yürütülecek olan proje için en uygun kişiler hangi meslek ve eğitimden
olursa olsun alınmaktadır. Burası bir STÖ olup, proje temelinde de SGK’nin
işçi statüsünde sigortalandığı için, memur statüsünde olduğu gibi başkasının
kadrosuna oturma gibi yasadışı bir durum da yoktur. İşi yapma beceri ve
niteliğinde olanlar işe alınmaktadır. Çünkü o proje yapılacaktır. Zaten
yazılı sınavı geçen ve mülakatta göz dolduranlar farklı statüde
adlandırılmaktadır. Bunlara örnekler: Proje koordinatörü, proje uzmanı,
kurumsal iletişim uzmanı, tercüman, sosyal danışman, basın danışmanı, koruma
sorumlusu, koruma asistanları, kayıt sorumlusu, saha çalışanları, insan
kaynakları sorumluları, program birim sorumlusu, kurumsal iletişim birimi
sorumlusu, izleme değerlendirme sorumluları, sağlık eğitmenleri, engelli
uzmanları, mobil sosyal hizmetler ile mobil takımlar ve hizmetler (outreach)…
Aile danışmanları, uyum uzmanları, engelli uzmanları, avukat, basın vb.
psikolog… gibi. Bunlardan, özellikle insanla doğrudan çalışanlar yerel
dillerden birini, proje yapım, uygulama, basın, elçiliklerle iletişim gibi
görevleri yapanlar İngilizce bilmelidir. Bu tür görevlerin birçoğu sosyal
çalışma kapsamlıdır.
Bu noktada bu yazının iletisi ortaya çıkmaktadır.
Türkiye’de sosyal çalışmacılar bu alana kendilerini iyice donatarak
girmelidir. Heves duyarak girmelidir. Edilgen bir çaresizlikle bakanlıktan
bir memur masası talep edip oraya oturmayı düşlemek yerine kendilerini
donatarak sivil alanda mesleği temsil etmeyi düşünmelidir.
Sonuç olarak ne yapmalı?
1. Göç ve mülteci konuları sosyal çalışma mesleğinin önemli bir çalışma
alanını oluşturmaktadır.
2. Türkiye’de sosyal çalışma gerek kurumsal, gerek kişisel olarak (ve
gerekse öğretim düzleminde) bu alana hazır ve etkin değildir.
3. Göçmen ve sığınmacılarla çalışma alanında bene de varım
diyebilecek donanıma gelmelidir. Çünkü bu alan öncelikle onların çalışma ve
verim alanıdır.
4. Sadece SGDD’de değil, proje alan, uygulayan tüm STÖ’lerde, STÖ’lerin
projelerinde ya da STK’larda çalışmaya can atmalıdırlar. Ve çalışmalıdırlar.
5. Bu süreç içinde çok hızlı bir biçimde konu ile ilgili kamusal birimlerde
de kadrolara oturmaları işten bile değildir. (Göç İdaresi Genel Müdürlüğü;
AFAD, Kızılay…)
Bunun için de;
6. Türkiye’de sosyal çalışmacılar bu alanda hem üniversitelerinde konuyla
ilgili derslere ilgi göstermeliler, hem öğretimdışı ortamlarda konu ile
ilgili kurslar düzenleyerek eğitim almalıdır.
7. Sosyal çalışmacılar mutlaka İngilizce başta olmak üzere bir yabancı dil
öğrenmelidir.
8. Bildikleri yabancı dili geliştirmelidirler.
9. Anadil olarak bildikleri dilleri (Arapça, Kürtçe, Farsça) mutlaka
yazmasını da öğrenmelidir. (Kaldı ki kendileriyle konuştuğum Arapça ya da
Kürtçe bilen sosyal çalışmacılar birkaç ay içinde yazmayı
öğrenebileceklerini söylemektedir. Ancak çevremde bu girişimi yapana henüz
rastlamadım. Söylemeliyim.)
10. Bu üç aşamaya başlayabilmek için kendilerini güdülemelidirler. Mutlaka
öğretim elemanları ve kurum yöneticileri tarafından güdülenmelidirler.
11. Hem bu alanda çalışmayı isteyip hem kendini geliştirmeye girişmemek
atalettir, zafiyettir. Sosyal çalışma öğretimi almış gençlerin zafiyet
göstermeye hakları yoktur. Bunu aşmalıdırlar. Bilmelidirler ki, duranlar
yürüyenler tarafından ezilmeye mahkumdur. Bu durumdakilerin başkalarını
suçlamaya hakları da yoktur; olamaz.
Türkiye’nin tüm lisans ve önlisans sosyal hizmet bölümlerinde okuyan ya da
mezun olan meslek elemanları hızla, öncelikle İngilizce öğrenmeye
başlamalıdır. Bu en fazla birkaç yıl alır. Gerisi uygulama içinde gelişir.
İngilizce ve hatta Almanca, ya da Kürtçe, Arapça bilen sosyal çalışma
lisansına sahip olan meslek elemanları bu alanda Avrupa’da da çok kolay iş
bulabilir. Bugünkü sığınma krizinde Avrupa’nın hemen her yerinde yerel
dilleri bilen sosyal çalışmacılara gereksinim duyulmaktadır. Yurtdışında bu
alanda deneyim kazanmak isteyenlerin yolları bir yabancı dil bilmekle ve bu
alanda bilgili olmakla açıktır. (Aç parantez, bu arada vurgulamalıyım,
uluslararası sosyal çalışma platformunda yetkince görev alabilecek sosyal
çalışmacıların sayısı da birkaçı geçmez. Onlar da zaten yurtdışında
bulunmaktadır. Bu alanda da büyük eksiklik vardır. Yetkinleşmeliyiz.)
Dil öğrenimiyle birlikte göç ve sığınma konularına ilgilerini arttırmalıdır;
bu konuda yazılanları izlemeli, temel kitapları okumalı, yani kendilerini
aktive etmeli ve geliştirmelidirler. Göçle ilgili WEB’deki İngilizce ve
diğer yabancı haberleri izlemelidirler. Bu yolla bir taşla iki kuş vurmuş
olacaklardır.
Bu güzel diplomanın gereği bu olmalıdır.
Göç ve sığınma alanında özellikle yurtdışına çalışmayı düşleyenler bir
yabancı dil sorunlarını çözerlerse bunu başarabilirler. (Nasıl olacağına
dair kendilerine bilgi verebilirim.)
İnanınız, kendini konuyla ilgili donatmış bir ve iki yabancı dil bilen
sosyal çalışmacıların bu alanda iş bulma konusunda öne geçecekleri açıktır.
Toplumun ve sistemin buna gereksinimi vardır. Bence sıkıntı sosyal
çalışmacılardaki güdüsüzlüktür (motivasyonsuzluk); güdülenme eksikliğidir.
Bunun sorumlusu da herhalde sosyal çalışma akademisyenleridir. Güdülenmiş,
nitelikli sosyal çalışmacılara kapılar açılacaktır.
Bu demek değildir ki göç alanı diğer mesleklere kapanmış olacaktır. Hayır.
Nasıl ki sağlık alanında birçok meslek etkin olur ve sağlık alanının tıp
mesleği hekimlik ise, sosyal hizmet alanında da hemen tüm sosyal mesleklere
gerek duyulmaktadır; duyulacaktır. Ancak bu alanın sosyal sağlık hekimleri
sosyal çalışmacılardır. Onlar da kendi işlevlerini üretmeli ve alana
aktarmalıdırlar.
(11 11 2017; Antalya) |