Sosyal Hizmet Mesleği

Sosyal Hizmet Alanları

Sosyal Kaynak
Bilgiler

     
   
   



 Prof. Dr. İsmet Galip YOLCUOĞLU
 

Sosyal Hizmet Uzmanı

 ismetgalip@gmail.com


 Sosyal Dışlanma, Çocuk Yoksulluğu ve Sosyal Hizmet Müdahalesi: Uygulama Alanından Bir Olgu Sunumu
 

 

Bu bildiride, annesinin ekonomik yoksunluğu nedeniyle kurum bakımına alınan bir çocuğun sorunlarının çözümü sürecinde, ülkemizdeki mevcut kaynaklar ve sosyal hizmet uygulamaları çerçevesinde konunun mesleki açıdan nasıl ele alındığı karşılaşılan güçlükler ve konunun sosyal dışlanmayla ilişkisi bir olgu sunumu ile verilmeye çalışılmıştır. 21. yüzyılın ilk çeyreğinde bile yaşanan ekonomik, sosyal krizlerle beraber yoksulluk sorunu yoğun biçimde varlığını hissettirmekte ve özellikle milyonlarca çocuğun sağlıklı gelişimini tehdit etmektedir. Bu süreçte ekonomisi güçlü olmayan ve tüm çocukları kapsayan, yoksulluğun etkilerini azaltıcı uygulamaları bulunmayan az gelişmiş ülkeler gibi ülkemizde de çocuk yoksulluğunun birçok olumsuz sonucu her gün medyada ve toplum gündeminde değişik biçimlerde yer bulmaktadır. Şenses (2003)’e göre yoksulluğun nedenleri arasında; “ekonomik büyüme ve ortalama gelir düzeyinin düşüklüğü, gelir dağılımının bozuk olması, hızlı nüfus artışı, hane halkı özellikleri, kırdan kente kontrolsüz göç, istihdam ve işsizlik, hane halklarının yaşamlarında karşılaştıkları ani gelişen olayların çözümlenememesi, ekonomideki yapısal uyum programlarının olumsuz etkileri, üretim yapısı, kamu harcamaları, enflasyon gibi değişik unsurlar sayılabilir.”

Bu çalışmada benimsenen mutlak yoksulluk yaklaşımında, en düşük maliyetli gıda harcamalarının parasal değeri bir yoksulluk eşiği oluşturmakta; gelir azlığı dolayısıyla bu eşiğin altında kalanlar ‘mutlak yoksul’ olarak nitelenmektedirler. Şenses (2001: 63)’e göre, “mutlak yoksulluk” yaklaşımı, kendi içinde pek çok sorun içermekle beraber; açlık sorununu da barındıran yetersiz beslenme koşullarıyla yüz yüze olan az gelişmiş ülkelerin yoksulluk durumunu tanımlamak için uygun görünmektedir”.

Ülkemizde yaşanan yoksulluğun boyutlarının değerlendirilebilmesi ve çocuk yoksulluğunun nitelik ve niceliğinin belirlenebilmesi için bazı güncel verilere bakmak yararlı olacaktır: Esasında gelir dağılımı bozukluğu, çocuk yoksulluğunun en önemli nedenidir. Gelirin en eşitsiz dağıtıldığı il, İstanbul’dur. En varlıklı kesimini oluşturan % 20’lik nüfus, gelirin % 64’ünü; en fakir % 20’lik kesim ise gelirin % 4’ünü almaktadır. İstanbul, Türkiye’de hanelere giren gelirden % 27.5 pay almaktadır. Oysa toplam hanelerin yaklaşık % 15’i bu kenttedir. En üsteki % 1’lik grup ile en alttaki % 1’lik grup arasında, aylık gelir açısından 322 kat fark mevcut olup aynı fark Türkiye genelinde 232 kattır” (Sönmez, 2001).

Gelir dağılımının bu derecede bozuk olması çocuk yoksulluğunun etkilerini de derinleştirmektedir.

TÜİK, 2007 yılı ‘Yoksulluk Çalışması’ sonuçlarına göre ise durum şu şekilde özetlenebilir;

“2007 yılında dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı 619 TL olarak kabul edilmiş, 13 milyon kişi bu sınırın altında yaşamını sürdürmektedir. Açlık sınırı, 237 TL olarak belirlenmiş ve 539 bin kişi ise sadece gıda harcamalarını içeren açlık sınırının altında yaşamaktadır. 17 milyon 690 bin ailenin 2 milyon 473 bini yoksul durumdadır. Hanehalkı sayısı arttıkça yoksulluk oranı da artmakta olup, yoksul oranı 1-2 kişilik ailede % 10.95; 3-4 kişilik ailede % 8.27, 5-6 kişilik ailede % 17.54, yedi ve daha fazla sayıdaki ailelerde % 41.83 olmuştur. Toplam nüfusun % 0.74’ü gıda yoksulluğu (açlık), % 17.81’i yoksulluk (gıda+gıda dışı), % 1.41’i kişi başı günlük 2.15 doların altında gelirle yaşamını sürdürmektedir”.

Çocuk yoksulluğu oranı, bir ülkedeki asgari geçim koşullarına uygun miktarda harcanabilir gelirin yüzde 50’sinden azına sahip ailelerde yaşayan çocukların toplam yüzdesini anlatmaktadır. Bu oran, ABD’de % 21.9, İngiltere’de % 15.4, Lüksemburg’da % 3, Norveç’te % 3.8 (Lüksemburg Gelir Araştırması, 2000). UNICEF (2008) tahminlerine göre, “Türkiye’de 20 milyon kişi yoksulluk sınırının altında yaşarken, bunun yaklaşık 7 milyonunu çocuklar oluşturmaktadır. Kentlerde 3.8 milyon, kırsal kesimde de 2.8 milyon çocuk yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır”. Türkiye İstatistik Kurumu 2006 verilerine göre de, Türkiye’de 6-17 yaşları arasında 16 milyon çocuktan 7 milyonu çalışırken, bir o kadarı da yoksulluk sınırının altında yaşmaktadır. İstanbul kentsel çocuk nüfusunun yüzde 22.2′sini barındırırken, yoksul çocuk nüfusunun yüzde 9.2′sine ev sahipliği yapmaktadır. Hane halkı bazında kentsel yerlerde ikamet eden hanelerin yüzde 14.8′i yoksulken, çocuk yoksulluğu oranı yüzde 26.7′ye çıkmakta; kırsal kesimde ikamet eden hanelerin yüzde 15.3′ü yoksulluk çizgisi altında kalırken, çocuk yoksulluğu oranı yüzde 28.5′e ulaşıyor. Aylık tüketim harcamasına göre kentsel kesimde çocukların yüzde 22.4′ü, kırsal kesimde de yüzde 28.8′i yoksulluk çizgisi altında kalmaktadır.

Çocuk yoksulluğu, azgelişmiş ülkelerde büyüyen çocukların gelecekte karşılaşacakları birçok soruna zemin oluşturmaktadır. Gelişmiş ülkelerde, o toplumda yaşayan tüm çocukları kapsayan ve çocuk yoksulluğunu engellemeye yönelik etkin erken müdahaleler yapılabilmektedir. Yoksul ülkelerde ise var olan sosyoekonomik sorunlardan, çocuklar çok daha olumsuz etkilenmekte, bazı ailelerde çocukların temel gereksinimleri dahi karşılanamamakta, çocukların sağlıklı bireyler olarak yetişebilmelerinin önünde engeller bulunmaktadır. Yoksul çocuklar olgusu, azgelişmiş toplumların içinde bulunduğu kendine özgü siyasal ve sosyal ortamın, ekonomi politikalarının bir ürünü ve önemli sosyal sorunlardan biridir.

Yoksulluğun toplumların geleceğiyle ile ilgili en önemli etkisi, yoksulluğun çocuklar üzerindeki olumsuz etkileridir. Çocuklar, yoksulluktan direkt olarak gıda kalitesinde düşme, konut, sağlık-bakım eğitim ve ulaşım olanaklarının eksikliği şeklinde ve dolaylı yönden ise olumsuz koşullarla daha fazla baş edecek gücü kalmayarak ekonomik durumları bozulan, düşük ve yetersiz gelirli ebeveynleri vasıtasıyla etkilenmektedirler (Fraser, 2006).

Bu bildiride, babası vefat etmiş olan ve annesinin ekonomik yoksunluğu nedeniyle kurum bakımına alınan bir çocuğun sorunlarının çözümü sürecinde, ülkemizdeki mevcut kaynaklar ve sosyal hizmet uygulamaları çerçevesinde konunun mesleki açıdan nasıl ele alındığı karşılaşılan güçlükler ve konunun sosyal dışlanmayla ilişkisi bir olgu sunumu ile verilmeye çalışılmıştır.


Olgu Sunumu

N.A, 1994 doğumlu olup 8 çocuklu bir ailenin 5. çocuğudur. Kastamonu’da çiftçilikle uğraşan ve sosyal güvencesi olmayan baba, 2003 yılında kalp hastalığı nedeniyle vefat etmiştir. Anne, Gülizar hanım okur-yazar olmayıp herhangi bir mesleği de bulunmamakta olup ev hanımdır. İlkokul terk büyük ablalardan ikisinin de 4’er küçük çocuğu olup eşlerinden boşanmışlardır. İhtilaflı ve sağlıksız bir ilişkiler ağı olan ailede, geçmiş yıllarda damatlardan biri ailedeki büyük ağabeyi öldürerek cezaevine girmiştir. Diğer ağabeylerden birisi de hırsızlık vb. adi bir suçtan halen cezaevinde 5 yıla mahkum olarak yatmaktadır. Aile, 2004 yılında Kastamonu’da amcalarının tarlalarını ellerinden almaları sonucu İstanbul’a göç etmişlerdir. Daha sonraki süreçte, Küçükçekmece ilçesinde olumsuz koşulları olan bir gecekonduda işsiz bir şahısla gayriresmi birlikteliği olan anne Gülizar’ın çocuklarını ihmal ettiği, aç bıraktığı, anne ve çocukların alkolik üvey babadan sürekli şiddet gördükleri komşular tarafından emniyete bildirilmiştir. Evde bulunan en büyüğü N.A. olmak üzere 4 çocuk, Nisan 2005 tarihinde acil valilik onayı ile kurum bakımına alınmışlardır. N.A. Yetiştirme yurduna, 3 kardeşi yuvalarda korunma altına alınmışlardır. Anne Gülizar hanım çocuklar kurum bakımına alındıkta 3 ay sonra ilk kez kızını ziyaret etmek için yurda gelmiştir. Çocuklarının adresini yeni bulabildiğini, akrabalarının yanında dönem dönem idareten kaldığını, imam nikahlı olarak bir şahısla gayriresmi evlilik yaparak Kars iline yerleştiğini ve daha sonra eşinin kendisini evden kovduğunu belirterek, belli bir kalacak yeri olmadığını, hiçbir sosyal güvencesi ve geliri bulunmadığını ifade etmiştir. Yapılan ayrıntılı görüşmede, okur yazar olmayan, 44 yaşındaki anne Gülizar hanımın, kendini ifade etmekte zorlandığı, çelişkili bilgiler verdiği, zihinsel yetersizliği bulunduğu, psikososyal açıdan sağlığının yeterli düzeyde olmadığı görülmüştür. Anne, köyde yaşarken de çoğu zaman aç kaldıklarını ve kendisiyle birlikte, tüm çocukları gibi N.A.’nın de küçükken vefat eden babalarından sürekli şiddet gördükleri bilgisini paylaşmıştır. Şiddet ve sürekli aç kalmaktan dolayı, tüm çocuklarının psikolojilerinin bozuk olduğunu eklemiştir.

Ekonomik sorunlar ve ailenin düzensizliği nedeniyle 2 yıl eğitime ara verdiği tespit edilen N.A., çok isteksiz olmasına karşın ilköğretim 6. sınıfa kayıt edilmiştir. Kuruluştaki grup sorumluları tarafından haftalık okul ziyaretlerinde N.A’nın sınıf öğretmeni çocuğun öğrenme yetersizliği iletilmiştir. Rehberlik araştırma merkezine havale edilen çocuğun gerekli takipleri yapılarak randevu alınmıştır. Yapılan değerlendirme ve uygulanan testler sonucunda, dikkat dağınıklığı, akademik becerilerde ileri derecede yetersizlik, görsel algı motor koordinasyon bozukluğu tespit edilerek, WISC-R testi sonucu ZB: 60 olarak belirlenmiştir. N.A, bu veriler ışığında “zihinsel yetersizlik” tanısı almıştır. Ersoy ve Avcı (1981: 147)’ya göre, zeka bölümü 50-70 arası olan bireyler çoğu zaman sosyal açıdan normale yakın uyum gösterebilmekte ancak okulda öğrenme güçlükleri yaşamaktadırlar. Ortalama dördüncü sınıf seviyesinde akademik bilgi ve beceri kazanabilirler. Bu bilgilerle N.A.’nın, rahabilitasyon merkezine devam etmesi sağlanmıştır.

Bu süreçte, kuruluşa kabulünden buyana destekleyici, kabullenici yaklaşımlarla yapılan görüşmelere, uyum sağlamasına katkıda bulunabilecek mesleki çalışmalara karşın N.A.’nın, kendini ifade etmekte zorlandığı, öfke kontrolü zayıf olduğu için sık sık yurtta arkadaşlarıyla kavga ettiği, ajite ve mutsuz olduğu görülmüştür. Kuruluş psikologuyla yaptığı görüşmede psikiyatrik muayeneye gitmeye kendisinin de istekli olduğu belirlenmiştir. Kısa sürede randevu alınarak Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Çocuk Psikiyatri servisinde yapılan muayenesinde klinik değerlendirmede “İleri derecede davranım bozukluğu, dikkat eksikliği” teşhisi konularak psikiyatrik ilaç kullanmaya başlamıştır.

Öztürk (1997: 443)’e göre; “yaramazlık, haylazlık olarak bilinen başkaldırma, karşı gelme ve toplum değerlerine ters düşen hareketler çocukların çoğunda bir miktar görülebilir. Bunlar genellikle süregen ve yineleyici değildir. Çocukla ilgilenildiğinde, bu hareketlerinin anlamı incelenerek onunla konuşulduğunda genellikle bu tür başkaldırmalar ve karşı gelmeler yatışır ve önemli bir sorun haline gelmez. Ancak davranım bozukluğunda, çocukta başkaldırma, karşı gelme ve topluma aykırı davranışlar yineleyici ve inatçı biçimde uzun süre görülür. Bunun sonucunda çocuğun ailede ve toplumda ilişkileri belirgin derecede bozulur. Genellikle uygun olmayan aile, eğitim ve toplum çevresi içinde bu tür bozukluklarla daha sık karşılaşılmaktadır. Bu çocukların büyük çoğunluğu ergenlik çağından sonra topluma aykırı davranışlarını sürdürürler ve “topluma aykırı kişilik bozukluğu (dissocial personality disorder) tanısı alırlar. Bir bölümünde ise ergenlik çağı ile birlikte yavaş yavaş düzelme olabilir ve belirgin uyum sorun kalmayabilir. Başkaldırma, sık yalan söyleme, evden kaçma, okuldan kaçma, hırsızlık, saldırganlık, kavgacılık, yangın çıkarma, insanlara-hayvanlara-eşyaya ve mala zarar verme eğilimi gibi aile ve toplum değerlerine ters düşen hareketler en sık görülen belirtilerdir. Tanı için, bu belirtilerin sıklıkla yinelenmesi, uzun sürmesi ve engellenmeye dayanma gücünün düşük olduğu bir kişilik örüntüsüne dönüşmesi gereklidir. Davranım bozukluğunun oluş nedenleri tam olarak aydınlatılmamıştır. Büyük olasılıkla organik, ruhsal ve toplumsal etkenler birlikte rol oynamaktadır. Merkezi sinir sisteminde nörolojik belirti vermeyen “minimal beyin bozukluğu” bulunduğu düşünülmektedir. Psikososyal etkenler arasında parçalanmış aileler, ağır ana-baba geçimsizlikleri, ekonomik ve kültürel yönden düşük, dağınık topluluklarda yetişme gibi etkenler sayılmaktadır. Davranış bozukluklarının tedavisi güçtür. Çocuğu, ailesi ve mahalle, okul vb. küçük toplumsal çevresi ile birlikte ele alan danışmanlık ve rehberliğe ağırlık veren bir psikoterapötik yaklaşım benimsenmelidir. Böyle bir tedavi programında psikiyatristle beraber sosyal hizmet uzmanları ve klinik psikologlarının yardımı gereklidir”.

Ayrıca N.A’nın dikkat süresi kısa, yoğunlaşma becerisi düşük, bellek ve yönelim genellikle yerinde olmasına karşın, muhakemesinin bozuk olduğu, kısa sürede arkadaşlık kurmasına karşın onlara hakaret etmek, vurmak gibi rahatsız edici davranışlar sergileyerek ilişkiyi sürdüremediği, çabuk heyecanlanarak coşku durumuna geçebildiği ve engellenmeye dayanma gücü zayıf durumda olduğu gözlenmiştir. Psikiyatriste göre, bütün bu özellikleri nedeniyle, davranış bozukluğu yanında depresyon ve bunaltı bozukluğu da çağrıştırmaktadır. Doktor, bu tür bozuklukların oluşumunda birçok etkenin rol oynadığı, literatüre göre yoğun şiddet, kaza vb. olaylar sonucu beyinde zedelenmelerden kaynaklandığını ifade etmiş ve çocuğun annesinin bu konuda verdiği bilgilerin bu durumu teyit ettiği görülmüştür. Ayrıca doktor tarafından bu tür çocuklarda davranış bozukluğunun ergenlik ve yetişkinlik çağında da sürdüğü, dürtüsel ve suça yönelik davranışların arttığı bir bölümünde yetişkinlik çağına gelindiğinde belirgin bir düzelme gösterebildiği bilgisi verilmiştir. Tedavinin belirtilere yönelik planlanması, ailenin tüm bireylerinin tedaviye katılımı, çocuğun gereksinimlerine yatkın, ilgili, sevecen, kronolojik yaşına değil gelişimsel yaşına göre kurallar koyup disiplin uygulayan ve bunda tutarlı olan bir aile ortamı bu çocuklar için en uygun gelişim ortamıdır. Aşırı hoşgörü ve aşırı disiplin ise uygun olmayan bir tutumdur. Böyle çocukların yaşadığı ailenin bireylerinden biri olmak kolay değildir. Aile parçalanmaları ya da bireyler arası uyumsuzluk sık görülmektedir.

Anne Gülizar hanımla sürdürülen görüşmelerde, hiçbir geliri ve sosyal güvencesi, barınacak bir evi olmadığından birkaç kez gayri-resmi evlilik yaparak çocuklarına bakmayı denediği, zaten Kastamonu ilinden de çocuklarıyla birlikte böylesi biri çözüm bulabilmek amacıyla geldiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla ülkemizde yoksul ailelere yönelik acil ve sürekli kira yardımı, sosyal içermeyi sağlayacak etkin ve hızlı uygulamalar bulunmamakta olduğundan bu tür yoksunluk yaşayan ailelerdeki çocuklar, kurum bakımına alınarak sorun çözülmeye çalışılmaktadır. Çocukların acili valilik onayı ile kurum bakımına alındıktan sonra anne Gülizar hanımın da misafir olarak kalmakta olduğu abla Hülya hanımın Alibeyköy’deki evine uzman tarafından düzenlenen ev ziyareti sonucu, ailenin psikososyal değerlendirmesi yapılarak, uygun bir mesleki müdahale planı yapılması ve sosyal hizmetin planlı değişim sürecinin başlatılması öngörülmüştür. Abla Hülya hanım, eşinin cezaevinde olduğunu, 3 çocuğu bulunduğunu, kayınpederiyle birlikte aynı evde oturduklarını bu nedenle kardeşlerinin bakımını üstlenemeyeceğini, eve izinli dahi alamayacağını, annesi Gülizar hanımın bir iki haftadır misafir kalmasının evde büyük sorun oluşturduğunu, ifade etmiştir.

Elde edilen bilgiler ışığında, AKSAN ailesinin aile yapılarının olumsuz ve işlevsel olmayan ilişki biçimlerini içerdiği, anne Gülizar hanımın asgari ölçüde dahi olsa yeterli bir ebeveyn olmadığı, çocuklarının sorumluluğunu beklendiği ölçüde üstlenmediği ve aileyi sağlıklı biçimde yönetebilecek maddi-manevi kaynaklara, kapasiteye sahip olmadığı, güçsüz bir birey yapısı sergilediği belirlenmiştir. Bunun karşısında, 9 çocuğun bulunması da böylesine yetersiz bir ebeveynlikle birleştiğinde aile birliğinin sağlanamadığı, uzun yıllar süren ağır yoksulluk ve ihmallerin çocukların kurum bakımına sürüklenmesine zemin hazırlayarak, bu süreçte hiç kimseden ve resmi kuruluştan bir yardım görmedikleri ve sürecin olumsuz biçimde sonuçlandığı görülmüştür. Hazırlanan mesleki müdahale planında, şu an için çocukların kurum bakımında kalmaya devam etmesinden başka bir seçenek görülmediği, çocuklarına sevgi bağı olan anne Gülizar hanımın, eğitim, ebeveyn becerileri ve maddi açıdan güçlendirilmesi ve ileriki dönemlerde çocukların aileye döndürülerek ailenin sağlıklı bir yapıda yeniden birleştirilmesi hedeflenmiştir. Bunun için öncelikle barınma problemi bulunan anne Gülizar hanım Sosyal hizmetler il müdürlüğü kadın konukevine yerleştirilmiş ve gerekli rehberlik sağlanarak Halk Eğitim merkezinde okuma yazma kursuna kaydı yapılmıştır. Sağlık sorunları olan ve hiçbir geliri bulunamayan anne Gülizar hanımın İstanbul’da ikametgah kaydının bulunmaması nedeniyle SYDV’dan para yardımı yapılması ve yeşil kart çıkartılması açısından büyük sıkıntılar yaşanmış ve ancak kadın konukevine yerleştirildikten sonra süreç başlatılabilmiştir. Bu aşamada, annenin daha önceki dönemlerde akrabalarının yanında kaldığında maddi olarak bir miktar borçlandığı tespit edilerek bunun çözümü yönünde girişimde bulunulmuş, SYDV’dan anne Gülizar hanıma küçük miktarda bir para yardımı alınarak, yeşil kartı çıkartılabilmiştir. Anne Gülizar hanımın güçlenebilmesi için daha büyük ve düzenli kaynağa gereksinimi olduğu açık olduğundan iş bulabilmesi için Türkiye İş Kurumuna gerekli müracaat yapılmıştır. Fakat iş kurumundan, anneye kısa dönemde iş bulabilmenin olanaksız olduğu bilgisi edinilmiştir. Bu arada anne Gülizar hanıma nakdi yardım için İl sosyal hizmetler müdürlüğüne gerekli evrakların gönderilmesi için girişimde bulunulmuş ancak anne gerekli evrakları birkaç ayda ancak hazırlayabilmiştir. Sonuçta, valilik onayıyla 6 ay süreli ayni nakdi yardım almaya hak kazanmış ancak ödenekler düzenli gelmediğinden ancak 2-3 ay sonra yardım alabilmiştir.

Daha sonraki süreçte anne Gülizar hanım kısa süreli kaldığı kadın konukevinden izinsiz ayrılarak tekrar resmi olmayan bir evlilik yaparak İstanbul’dan ayrılmış ve birkaç ay sonra geri dönmüş ve kocasının evden attığını, kalacak yeri olmadığını ifade etmiştir. Halk eğitimde okuma-yazma kursuna da devam etmeyerek sosyal hizmet uzmanının bu yöndeki çabalarının da sonuçsuz kalmasına neden olmuştur. Bu dönemde N.A.’nın yurttaki uyum sorunları iyice derinleşmiş, birkaç kez kuruluştan kaçmış ve İstanbul’da bir Bakım Rehabilitasyon Merkezine nakil edilmiştir. Daha sonraki süreçte annenin psikososyal durumundaki olumsuzluklar ve ruhsal rahatsızlıkları ortaya çıkmış, N.A.’nın da davranış sorunları iyice ağırlaşmış, il sosyal hizmetler müdürlüğünce bakım rehabilitasyon merkezine nakil edilmiştir. Eşi cezaevinde olan ablasının ekonomik durumu, daha olumsuz bir hal almıştır. Diğer büyük ablası da eşinin kendisini terk etmesi üzerine dört ay kirayı ödeyemediğinden Gazi mahallesindeki gecekondu evden atılarak çocuklarıyla sokakta kalmıştır. Resmi kurumlara yaptığı müracaatlardan acil barınma sorununun çözümü için gereken desteği acil biçimde alamamıştır. İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğü’ne çocuklarını yuvaya vermek için yaptığı müracaat reddedilmiş ve ayni-nakdi yardımla destekleneceği kendisine ifade edilmiştir. Ancak, işlemlerin uzun süreceğini, hesabına para yatması aylar süreceğini öğrenerek 6 aylık bebeğini yanına alarak 6, 4 ve 2 yaşlarındaki 3 çocuğu Bahçelievler çocuk yuvası kampusu bahçesine terk etmiştir. Terk edilen 3 çocuk, kampusteki gece görevlilerin fark etmesiyle, çocuk büro görevlileri tarafından terk işlemleri yapıldıktan sonra Bahçelievler çocuk yuvasına teslim edilmişlerdir. Emniyet birimlerinin aramalarına karşın çocukların anneleri bulunamamış, ancak anne Gülizar hanımdan alınan bilgilere göre, bebeğini bir aileye evlatlık veren anne, olumsuz ve marjinal bir yaşantı sürmektedir.

Görüldüğü üzere AKSAN ailesindeki ağır sorunlar yıllar öncesine ebeveynlerin eğitimsiz, mesleksiz ve sosyal güvencesiz olmasına dayanmakta ve on yıllar öncesine uzanmaktadır. 2003 yılında babalarının vefat etmesi üzerine anneleri ile birlikte tüm aile olarak, uzun süre ağır yoksulluk koşullarından birçok ihmali istismara, örselenmeye maruz kalmışlar ve sonuçta Nisan 2005’de sorunlarının artık en üst düzeye çıkması, çevreye sürekli rahatsızlık vermeleri sonucunda komşuların ihbarlarıyla 4 kardeş kurum bakımına alınmıştır. Ancak N.A. örneğinde olduğu gibi uzun yılların travmasını, olumsuz çocukluk yaşantılarının psikososyal izlerini silmek, yoğun mesleki müdahalelere karşın olanaklı hale gelememiştir. Bu süreçte, gencin ilköğretim 8. sınıftan mezun olmasının sağlanması en olumlu gelişme olmuştur. Daha sonra kuruluşa uğrayan anne Gülizar hanım, akrabaları tarafından eve alınmadığını, Esenler bölgesinde parklarda kaldığını ifade etmiş ancak, daha önce kadın konukevini izinsiz terk ettiği, şu an için yer olmadığı öğrenilerek bir kuruluşa yerleştirilememiştir.

Diğer taraftan anne Gülizar hanımın kendisinden önceki kuşaklardan, ebevenlerinden aldığı yoksulluğu ve yoksunluğu kendi 8 çocuğuna ve sayıları 15’i bulan torunlarına devrettiği açıkça gözlenmektedir. Bu durum yoksulluk ve sosyal dışlanmanın mikro düzeyde nasıl bir yol izlediğini ve nesiller boyu devam ettiğini gözler önüne sermektedir. Çünkü, ülkemizde sıklıkla yaşanan bu tür vakalarda sosyal hizmet müdahalesini zorlaştıran birçok etken bulunmaktadır. Gülizar hanım gibi ebeveynlerin eğitim düzeyinin düşüklüğü, bir mesleğinin olmaması, tamamen plansız ve barınacak konut dahi bulamadan memleketlerinden İstanbul’a göç etmeleri ve sonuçta kentte işsiz ve evsiz kalarak tutunamamaları sonucu, kente entegre olamayıp, olumsuzluklarla örülen bir süreç sonucunda bütün aile bireylerinin tek tek sosyal dışlanmaya maruz kalmalarına yol açmaktadır. Aileye Kastamonu’da ya da İstanbul’da ev kiralayarak ailenin asgari gereksinimlerini düzenli biçimde kurabilecek yasal düzenlemelerin ve uygulamaların bulunmaması, sosyal dışlanmayı önleyebilme bakımından genelci sosyal hizmet uygulamasının çocuk, aile ve toplumsal düzeylerde olgulara müdahalesinde tıkanmaların olduğunu düşündürmektedir. Bu tür mikro vakalar, aileye sosyal hizmet uygulamalarının çok erken dönemlerden itibaren ailelerin yoksunluklarının belirlenerek, çocukların iyi olma halinin desteklenmesinin önemini bir kez daha hatırlatmaktadır.

Anayasamızın 60. maddesinde, “Herkes sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır teşkilatı kurar” denilmekte ve sosyal devlet vurgusu ön plana çıkartılmaktadır. Bu sorumluluk paralelinde devlet, olanaklar ölçüsünde gerekli tedbirleri alarak çalışmalar yürütmektedir. Ancak sosyal politikada halen eksiklikler bulunmakta olup bu durum ailelerin bütünlüğünü riske etmektedir.

Alanda yürütülen mesleki uygulamaların birçoğunda, bu olguya benzer birçok vakaya rastlanmaktadır. Ebeveynlerinin yoksulluğu nedeniyle ailelerin gereksinimleri karşılanamamakta ve çocuklar aileleri yanında büyüme olanaklarından yoksun kalabilmektedirler. Bu durum, ülkemizdeki yoksulluk, kaynak yetersizliği nedeniyle sosyal adalet açısından yaşanan olumsuz durumlara ilişkin mikro düzeyde ailelerin ne tür zorluklar yaşadığını gözler önüne sermektedir.

Tartışma ve Sonuç

Her toplum, çocuklarının iyi ve sağlıklı yetişebilmesi için uygun aile, çevre ve toplum koşullarının sağlanmasını öngörür. Ancak, gene de her toplumda uygun olmayan koşullarda yetişen belli sayıda dezavantajlı çocuklar vardır. Bazı ailelerin, türlü nedenlerle çocukları için yeterli düzeyde gerekli olanakları sağlayamaması söz konusu olabilmektedir. Bu gibi koşulları ortadan kaldırmak, her çocuğun yetenekleri ve kapasitesi ölçüsünde gelişebilmesi, en alt düzeyde aile ve en üst düzeyde toplum korunması için elverişli koşullar yaratmak, çocuk refahı politikalarının en temel amaçlarından birisidir. Bu nedenle toplum sistemi, çocuklarını yetiştirmede ana-babaya yardımcı olmak, görevlerini daha rahat yerine getirebilmeleri için onların haklarını korumak durumundadır.

Sosyal hizmet açısından çocuk yoksulluğu sorununun çözümü, sistematik ve çok kapsamlı bir bakışı, farklı düzeylerde müdahaleleri gerektirmektedir. Genelci sosyal hizmet uygulaması, bu alanda 1960’lardan sonra geliştirilen çağdaş yaklaşımlardan en önemlisi olarak; ekolojik sistem kuramını temel alan bir perspektifle, müracaatçı gruplarına yönelik mikro, mezzo ve makro düzeyde müdahalelerle sorunlarının çözümlenebileceği ilkesine dayanmaktadır. Ayrıca, sosyal hizmet açısından diğer önemli unsur olan ‘ailelerin ve çocukların gereksinimleri’ konusu, sosyal çalışma uygulamasının temel bir müdahale alanı ve çocuğun iyilik halinin kilit noktasını oluşturmaktadır. Sosyal içermeyi ve yoksul bireylerin toplumla entegrasyonunu sağlayacak sosyal hizmet programları, gerekli yasal sosyal politikaların bulunmaması nedeniyle, yapısal ve işlevsel düzeyde uygulamaya sokulamayınca büyük kitleler için yoksulluk ve sosyal dışlanma kaçınılmaz hale gelmektedir.

Sosyal dışlanmanın dinamik bir süreci ifade etmesinin bir başka yönü de bireyin umut ve beklentileriyle ilişkili olarak değerlendirilebilir. Bu bağlamda insanlar, sadece fiili olarak işsiz veya gelirsiz olmalarından dolayı dışlanmış değillerdir, aynı zamanda gelecek için de çok az beklentilere sahip olmalarından dolayı dışlanmışlardır. Beklentilerle ifade edilen, bireyin sadece kendisinin değil, aynı zamanda çocuklarının da beklentileri olarak anlaşılmalıdır. Bu durumda sosyal dışlanma, nesiller boyu devam edebilmektedir (Sapancalı, 2003).

Çocukların yoksulluğu, ailenin yoksulluğuna bağlıdır ve bunun da en önemli nedeni işsizliktir. UNICEF tarafından yayınlanan “Dünya Çocuklarının Durumu 2001” raporuna göre, “yoksulluktan en çok etkilenen, en çok zarar görenler; yaşama, gelişme ve büyüme hakları riske atılanlar, o ailenin en küçük üyeleridir. Günümüzde gelişmekte olan ülkelerde doğan her 10 çocuktan dördü aşırı yoksulluk içindeki bir dünyaya gelmektedir. Çocuk haklarının yaygın bir biçimde ihlali de temelde gene yoksulluktan kaynaklanmaktadır. Bir başka deyişle yoksulluk arttıkça evde paylaşılan besinler de azalmakta ve yoksulluk en çok annelerle, küçükleri çaresiz bırakmaktadır. Yoksulluk çocukların hem bedenlerini hem de zihinlerini tahrip etmekte ve sonuçta yoksulluk daha sonraki kuşaklara geçerek bir ‘kısır döngü’ oluşturmaktadır. Bu nedenle de yoksulluğun önlenmesine çocukluk çağında başlanmalıdır”.

Ülkemizde yoksulluk riski altında yaşayan ‘tüm çocukların korunması’ açısından, önemli eksiklikler olduğu görülmektedir. Çocukların olumsuz yaşam koşullarının iyileştirilmesi hedefine ulaşılması, sadece ailelerin sorunları artık kronik hale geldikten sonra çocuklar hakkında kurumlara yapılan müracaatlarla değil, ancak hak-temelli bir kavrayışla olanaklı hale gelebilir. Bu bildiride özellikle yoksul ailelerde yaşayan çocukların iyilik halini desteklemeye yönelik daha etkili sosyal hizmet müdahalelerine ışık tutulması hedeflenmiştir. Çocuk-merkezli erken müdahale programları ve gereksinimlerle ve risklerin belirlenerek asgari ölçüde ailelerin gereksinimlerinin karşılanması ve güçlendirilmeleri yoluyla, çocukların her türlü ihmal ve istismardan uzak tutulabileceği düşünülmektedir.

Ekolojik sistem yaklaşımını temel alan genelci sosyal çalışma uygulama kuramını benimseyen sosyal çalışmacı, çocuk koruma sisteminde, “her düzeydeki tüm müracaatçı sistemleri ile doğrudan çalışarak, müracaatçıları uygun kaynaklar ile ilişkilendirir. Kaynak sistemlerinin etkili yanıtlar verebilmesi için örgütlere müdahale eder, toplumsal kaynakların adaletli dağılımını sağlayacak adil politikaları savunur ve sosyal çalışma uygulamasının tüm boyutlarını araştırır. Genelci uygulamada sosyal çalışmacı, değişime yönelmek için çok-düzeyli değerlendirmeler ve çok-yöntemli müdahaleler gerçekleştirir” (Şahin ve Küçükkaraca, 2002: 172). Aileye genelci sosyal çalışma müdahalesinde; sosyal çalışmacının temel amacı, bazı aile ilişkilerini yeniden yapılandırarak çözmek olacaktır. Genel sorunlar, yetersiz ve düşük gelir, işsizlik, ev koşullarının yetersizliği, dinlenme zamanlarında uygun kaynaklara, sağlık olanaklarına ulaşamama ve iş fırsatları bulamama, olumsuz sosyal çevre ayrıca sayılabilir (Johnson ve Wahl, 1995). Bu sorunları çözmek için sosyal çalışmacı, etkili bir şekilde “aracılık” becerilerini kullanarak aile bireylerinin ihtiyaç duydukları hizmetlerle bağlantısını kurmak zorundadır. Sosyal çalışma uygulamalarında daha fazla müracaatçı olan tek ebeveynli aileler, günümüzde daha yaygın bir hale gelmiştir.

Çocuk yoksulluğu nedeniyle yoksul ailelerdeki çocukların sürekli kurum bakımına alınması yerine, aileye sosyal ve ekonomik destek sağlanarak, çevresi ve toplum kaynaklarının harekete geçirilmesi birçok vakada sorunu çözebilir. Ebeveynlere maddi yardım sağlamada sosyal devletin rolü, duygusal destek sağlamada ve çocuk yetiştirme bilgisini paylaşmada da sosyal ağın önemli rolü öne çıkartılmalıdır. Risk altında yaşayan ailelere yönelik, sosyal hizmet uygulamalarının erken müdahale yaklaşımları, çocukların aileden alınarak kurum bakımına yerleştirilmesinin önünü kesebilir ya da çocukların kurumlarda kalmalarının süresini kısaltabilir.

Not: 12–14 Kasım 2009 Başkent Üniversitesi Sosyal Hizmet Sempozyumunda Bildiri Olarak Sunulmuştur. Metindeki İsimler Değiştirilmiştir.

KAYNAKÇA

Ersoy, Ö ve N. Avcı (1981). Özel Gereksinimi Olan Çocuklar ve Eğitimleri. “Özel Eğitim” 1. Basım. İstanbul.

Fraser, M. W. ve Jenson J. M. (Edit.). (2006). Socıal Policy for Children and Families: A Risk And Resilience Perspective. Sage Publications, California

İkizoğlu, M. (2000). Yoksulluk ve Sosyal Yardım İlişkisi. Mamak İlçesinde Ampirik Bir Araştırma. Ankara, H.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sosyal Hizmet Anabilim Dalı, (Yayınlanmamış Doktora Tezi).

Marshall, Gordon (1999). Sosyoloji Sözlüğü. Çev. O. Akınhay ve D. Kömürcü, Ankara, Bilim ve Sanat Yayınları, 2005.

Öztürk, Ö. (1997). “Ruh Sağlığı ve Hastalıkları”

Rıdge, T. (2003). Childhood Poverty and Social Exclusion. From A Child’s Perspective, The Policy Pres.

Sapancalı, F. (2003). Sosyal Dışlanma. İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi, İİBF Yayını.

Şahin, F. ve Küçükkaraca, N. (2002). Genelci Sosyal Hizmetin Temel Özellikleri. Sosyal Hizmet Eğitiminde Yeniden Yapılanma I. (Ed.) K. Karataş ve S. İl Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler Yüksekokulu Yayını, No: 12.

Sönmez, M. (2001). 10 Boyutuyla 2000 İstanbul. İstanbul Dergisi, Sayı:36, İstanbul.

Şenses, F. (2001). Küreselleşmenin Öteki Yüzü: Yoksulluk. İstanbul: İletişim Yayınları.

UNICEF Web Portalı, 2009.

TÜİK 2007 Yoksulluk Çalışması.
 
 
 
 



Yasal Uyarı , Gizlilik Beyanı ve Künye  

  sosyalhizmetuzmani.org © Bütün hakları saklıdır.