KÜRESELLEŞMENİN
PSİKOSOSYAL BOYUTU ÜZERİNE
Prof. Dr. Orhan DOĞAN İLE BİR SÖYLEŞİ
(Mart 2006 SİVAS)

Hakikatin yalan, yalanın da hakikat olduğu
bir dönemeçteyiz.
Adorno
Aziz ŞEKER: Bize kısaca kendinizi tanıtır mısınız?
Orhan DOĞAN: 1958 Karaman doğumluyum. 1974 yılında Ankara Fen Lisesi’ni,
1981 yılında Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirdim. 1985 yılında
Hacettepe Üniversitesi’nde Erişkin Psikiyatrisi Uzmanı oldum. 1988 yılında
Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı’nda Yrd. Doç.
Dr. unvanıyla göreve başladım. 1989 yılında Erişkin Psikiyatrisi Doçenti,
1995 yılında Erişkin Psikiyatrisi Profesörü oldum. Halen C.Ü.T.F. Psikiyatri
Anabilim Dalı ve Dahili Tıp Bilimleri Bölümü Başkanlıkları görevlerini
yürütmekteyim.
Yurt içi ve yurt dışı hakemli dergilerde yayımlanmış yüzden çok yayınım, bir
ya da birden çok yazarlı on kitabım var. Yurt dışı dizinlerde de yer alan
Anadolu Psikiyatri Dergisi’nin yayın yönetmeniyim. Çok sayıda bilimsel
derginin danışma kurulu üyesiyim.
Aziz ŞEKER: Küreselleşmenin psikiyatriye etkisi hangi durumların yaşanmasına
neden oluyor? Örneğin son yıllarda Dünyada artan yoksul zengin çelişkisi,
açlık, kötü beslenme, ruh sağlığı sorunları, sosyal hizmete muhtaç
insanların sayısının artması vb. Sosyal politikaların kısıtlanması daha çok
küreselleşmeyle ilintilendiriliyor. Psikiyatriye bu yansımalardan dolayı
başvuran insan sayısında bir artış söz konusu mu?
Orhan DOĞAN: Küreselleşme teriminin günlük yaşamda kullanılmaya başlanması
ve sözlüklerde yer alması 45 yıl gibi kısa bir süreyle sınırlı olsa da,
gerçekte bu kavram yüzyıllardır biliniyordu; yaşamın bir parçasıydı. Bunu en
iyi Roma, Britanya ve Osmanlı İmparatorluklarında görebiliriz. Yeni
anakaraların keşfi, savaşlar ve ticaret yoluyla başka uluslara egemen olma
isteği, kölelik, sanayi devrimi, ulus devletlerin ortaya çıkması gibi
etkenler küreselleşmeyi tetikleyen etkenler olarak düşünülebilir. Bunların
tümü toplumlar arasındaki etkileşimi artırmış, ticareti geliştirmiş, bazı
ülkelerin ya da sermaye gruplarının etkinliğini artırmıştır. Daha sonra
gelişen kapitalizm sermaye ihraç ederek etkinlik alanlarını genişletmiş,
hemen tüm dünyaya yayılmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından
küreselleşmenin bayrağını Amerika Birleşik devletleri (ABD) almış, çok
uluslu şirketler ve uluslararası kuruluşlarla bayrağı daha yükseklere
taşımıştır. 1975’te dünyanın yaşadığı ekonomik kriz yeni yapılanmaların /
düzenlemelerin yapıldığı yeni bir dönemi başlatmıştır. Bunun amaçları, daha
serbest ekonomi, daha çok ticaret, daha ucuz işgücü, daha çok kazanç, daha
çok egemenlik, devletin etkisinin en aza indirgenmesidir. Küreselleşmenin
gelişmesinde ve yayılmasında 20. yüzyılda iletişim ve ulaşım araçlarındaki
hızlı gelişmeyi de belirtmek gerekir.
Küreselleşme kavramı çerçevesinde olup bitenlerin tümü, toplumları ve
toplumların temel yapı taşları olan grupları ve insanları önemli ölçüde
etkilemektedir. Bu etkiler genellikle olumsuz niteliktedir, daha sonra
değinilecektir.
Küreselleşmenin bireyselden toplumsala, yerelden evrensele doğru bir
ilerleme olduğunu; tüm insanlar için bir evrensel ortak kimlik olduğunu
savunanlar vardır. Bu savlar doğruysa, insanların ve toplumların çeşitli
sorunlar yaşamaları kaçınılmazdır. Örneğin, küreselleşmeyle kuzey-güney
(varsıl-yoksul) çelişkisinin arttığı, emeğin ucuzladığı, işsizliğin arttığı,
insanların sosyal güvencelerinin ortadan kalktığı, sosyal devlet ilkesinden
ve uygulamalarından uzaklaşıldığı, yabancılaşmanın arttığı gibi savlar da
ileri sürülmektedir. Bunu en iyi, küreselleşmenin olumsuz etkilerinin
olduğuna inananların kalıplaşmış bir anlatımı olan “Küresel köy mü, küresel
yağma mı?” söyleminde görebiliriz.
İnsan ve toplum bir olgudan olumlu ya da olumsuz biçimde etkileniyorsa,
mutlaka bunun psikiyatrik yansımaları da olacaktır. Bunlar arasında bireysel
zorlanmalar (sıkıntı, yalnızlık, işsizlik, tek tip / küresel insan modeline
zorlanma gibi), toplumsal anlamda değerlerin değişmesi ve kabaca eski - yeni
çelişkisi, ekonomik anlamda iş güvencesinin ortadan kalkması ve emeğin çok
ucuzlaması sayılabilir.
Küreselleşmenin sonuçlarının insanı ve toplumu etkilemesi genel olarak kabul
görürken, bu etkilenmenin hangi boyutta ya da hangi şiddette olduğu
bilinmemektedir. Bildiğim kadarıyla bu alanda yapılmış bir çalışma yoktur.
Ancak işsizliğin, yoksulluğun, değer çatışmalarının yaşanmasının ruh
sağlığını olumsuz yönde etkilediği bilinmektedir. Yoksulluk
sınıflandırmalarda bir hastalık olarak görülmektedir. Psikiyatri alanında
yapılan çalışmalar psikiyatrik bozukluklarla sosyoekonomik düzey arasında
değişmez olarak ters bir ilişkinin olduğunu göstermiştir.
Aziz ŞEKER: Küreselleşme yanlıları için ideal “vatandaş”, belirsizlik /
güvensizlik ikileminde tüketebilen insandır? İnsan yalnız kalıyor,
bocalıyor, insan hep bir endişe haliyle gördüklerini elde edememeyle yüz
yüze kalıyor. İnsan kolektif hareketliliğini yitiriyor. Psikiyatriye ileriki
süreçlerde daha fazla mı görev düşecek?
Orhan DOĞAN: Giddens, yaşadığımız dünyanın önceki yüzyıllara göre gerçekten
farklı bir dünya olduğunu savunur. Bunun iletişimdeki önemli gelişmelere
bağlı olduğunu, küreselleşmenin temelinin de bu gelişmeler olduğunu öne
sürer. Gerçekten farklı bir dünyada mı yaşıyoruz? Evet, farklı bir dünyada
yaşıyoruz.
Artık gelenekler ortadan kalkmakta, aile kurumu önemini ve değerini
yitirmekte, riskler (savaş, çevre sorunları, çok uluslu şirketlerin
egemenliği) artmakta, toplumsal değer yargıları değişmekte ve giderek
belirsizliği artmaktadır.
Küreselleşmenin kültürel boyutuna baktığımızda, “her şeyin Amerikanlaşması”
olarak görmek yanlış olmaz. Yerel, eski, ulusal dışlanmakta; evrensel, yeni,
uluslararacılık dayatılmaktadır. Küresel güç odaklarına benzemek, “O”nunla
birlikte olmak değerli ve geçerli görülmekte, buna uymayan insanlar ve
toplumlar dışlanmaktadır. Küreselleşme modasının dışında kalan insanlar ve
toplumlar kendi içine kapanmakta, “başkaları”na karşı güvensizlik duymakta,
milliyetçiliğe ve köktenciliğe sarılabilmektedir. Böyle bir durum, var olan
olumlu değerleri de tersine çevirebilecek, geriye gidişe neden olabilecek
tehlikeleri de beraberinde taşır.
Burada belirtilen belirsizlik ve güvensizlik insanları kabuğuna çekilmeye ve
edilgenliğe zorlamaktadır. Bu durum küreselleşme güç odaklarının ekmeğine
yağ sürmektedir. Çünkü istedikleri edilgen insanlar ve toplumlardır. Bir de
tüketen insanlar ve toplumlar. Güç odaklarının yaşamlarını sürdürebilmeleri,
daha da güçlü olabilmeleri için sömürünün sürmesi gerekir ki, bunun en kolay
yolu tüketimin artmasıdır. Tüketim alışkanlığının artması, güç odaklarının
lehine bir kısır döngü oluşturur: Sermaye gruplarının ürünlerinin
tüketiminin artması onların kazançlarını artırır, insanların o ürünlere
alışmasını artırır ve daha çok tüketmelerine neden olur. Tüketim toplumu
olma yolunda biz de son 25 yılda oldukça önemli yol aldık. Üretmeden
tüketmeyi, daha çok tüketmeyi öğrendik; toplumsal sonuçları ortada.
Bu koşullarda önümüzdeki yıllarda psikiyatriye daha çok iş düşeceğini
söylemek yanlış olmaz. Bireysel ve toplumsal düzeyde değerleri değiştirme ve
yeni değerler oluşturmayla karşı karşıya kalma, işsizlik - yoksulluk,
küreselleşmeyle değişen toplumsallaşma süreci, kimlik oluşturma, yalnızlık
gibi konular psikiyatrinin ilgilenmek zorunda kalacağı sorunlar gibi
görünüyor.
Aziz ŞEKER: Sanal düzeyde de bir dönüşümler sürecinden geçiyor dünya. Bu
durum iktisadi mantığı küreselleşme olan bir süreçle açıklanabiliyor.
Örneğin hayatımıza yön veren her şey televizyon ekranlarından pompalanıyor.
Küreselleşme hayatımıza bu şekilde daha rahat yansıyor. Küreselleşmeden
dolayısıyla psikososyal sağlımız da etkileniyor. Ruh sağlığımızı
“sosyalleşmemizi” bu sanal bombardımandan nasıl koruyabiliriz? Benlik
savunma silahlarımızı nasıl işletebiliriz?
Orhan DOĞAN: İnsanın evrende varlığını sürdürebilmesi için gerekli olan en
önemli toplumsal süreçlerden biri, toplumsallaşmadır. Toplumsallaşma yaşam
boyu süren bir uyum sağlama süreci olarak görülebilir. Aileden başlayarak
okul, çeşitli özdeşim örnekleri, kitle iletişim araçları bu süreçte önemli
rol oynar. Günümüzde her yere, her an pervasızca giren kitle iletişim
araçlarının, toplumumuzda son 20 - 30 yılda en önemli toplumsallaşma aracı
olduğu kanısındayım. Ancak en önemli olması, en iyi ya da en uygun
toplumsallaşma aracı olduğunu göstermez. Doğru kullanılırsa, televizyon,
radyo, video, DVD, internet, yazılı iletişim araçları gerçekten yararlı
etkilere sahiptir. Ancak gerek bunların çalışanları ve sahipleri (ile
arkalarındaki çok uluslu şirketler), gerekse bunların kullanıcılarına bağlı
etkenler yararlı kullanma olasılığını çok düşürmektedir. Kaldı ki, bu
araçların sahiplerinin, araçların “yararlı ve uygun” kullanılmalarını
sağlama gibi bir endişeleri yoktur; bunlar insanları ve toplumları
istedikleri yönde değiştirme, biçimlendirme araçları olarak görülmektedir.
Sözünü ettiğiniz “sanal bombardıman”la her yerde, her an iç içeyiz.
Gerçekten değer yargılarımız sarsılıyor, ruh sağlığımız etkileniyor,
toplumsal yapımız değişmeye zorlanıyor. Bu bombalar çelişkili iletiler de
taşıyabiliyor, kendimiz ve toplumumuz hakkında soru işaretlerine neden
oluyor. Sanal bombardıman “sanal bir dünya” sunuyor, gerçekle bağımız
azalıyor. Bu durumda somut olarak zengin - yoksul, eski - yeni, moda olan -
moda olmayan, biz - öteki ayrımı belirginleşiyor; sıkıntı, belirsizlik,
öfke, kabuğuna çekilme, karamsarlık, umutsuzluk yaratabiliyor. Bu çok
boyutlu sonuçların ele alınması ise, tek başına bireye ya da
psikiyatristlere bırakılamayacak kadar büyük ve önemli. İnsanın
çaresizliğini ancak toplumsal bütünleşme ile aşabiliriz.
Aziz ŞEKER: “Zaman” ve “mekân” öyle bir içice geçti ki, tüm “mesafeler öldü”
gibi. Bilgisayar ekranından bir Artvinli, Güney Afrikalı bir insanla sanal
iletişim kurabiliyor, arkadaş bulabiliyor, hatta sanal bir birliktelik
yaşayabiliyor. Bilgisayar ve iletişim teknolojisinin bu yönlü kullanımı
insanın içsel gerçekliğinde tek tipleşmenin de koşullarını beraberinde
getirmiyor mu? Internet yolu ile uluslararası bilgisayar ağlarına takılıp;
aitlik hissimizi, hatta kendimize ait olan reel hayatta güvenimizi
etkilemiyor muyuz?
Kısaca küreselleşme ile gelen medya ve Internet bağımlılığının insanın
psikososyal yaşantısına etkilerini bizimle paylaşır mısınız?
Orhan DOĞAN: Küreselleşmenin itici güçleri çok sayıda olsa da, temel itici
gücünün iletişim teknolojilerindeki hızlı ve büyük gelişmeler olduğu öne
sürülür. Bunun en önemli örneği ise, internettir. İnternetle daha 25 yıl
önce hayal bile edemeyeceğimiz bir bilgiye ve iletişime ulaşma yolu açıldı.
David-Harvey’in belirttiği gibi, “zaman ve mekan farkı en aza indi,
daraldı.” İnternet kolaylığı insanları o kadar etkiledi ki, ilk yıllarda
kullanıcılar gerekli - gereksiz her bilgiye ulaşmaya çalıştı. Bu da
saatlerce internette gezinmek demekti, Davis buna “bilgi ile masturbasyon”
demiştir. İnternet kullanmanın süresi giderek arttığı için bu konunun
incelenmesi gerektiği düşünüldü. Çünkü bazı internet kullanıcıları internet
kullanma süresini sınırlandıramıyor, iş ve sosyal yaşamlarında sorunlar
çıkıyordu. İncelemeler “internet bağımlılığı”nın gerçekten bağımlılık
tanımına uyup uymadığıyla ilgiliydi. Bu konuda tartışmalar sürerken,
“patolojik internet kullanımı” terimi kullanılmaya başlandı.
Patolojik internet kullanımı ile ilgili bazı ölçütler konulsa da, bu genel
kabul gören bir duruma gelmemiştir. Ancak bu ölçütlere göre patolojik
internet kullanımı olan kişiler incelendiğinde bazı önemli ipuçları elde
edilmiştir: Bu kişilerin genellikle yalnız, sosyal soyutlanmışlık içinde,
depresif özelliklere sahip, çoğunda dürtü kontrol bozukluğu ve daha azında
obsesif kompulsif bozukluk olduğu saptanmıştır. Bu sonuçlar patolojik
internet kullanımının bir neden mi, yoksa sonuç mu olduğunu göstermez. Yine
de, patolojik internet kullanımı için bazı özelliklerin bir yatkınlık
oluşturduğu çıkarsamasında bulunulabilir.
Bilindiği gibi, Maslow’un insan gereksinmelerinin sıralamasında “sevgi ve
ait olma” üçüncü sıradaki temel gereksinmelerdendir. İnsan bir gruba,
topluma, kültüre ait olduğunu, bunların bir üyesi olduğunu hissettiğinde ve
bildiğinde kendini daha güvenli hisseder. Günümüzde ait olma duygusu, çok
hızlı toplumsal değişmeye ve değerlerin değişmesine bağlı olarak
zayıflamıştır. İnsanlar salt yaptıkları işe değil; kendilerine, ailelerine,
yaşadıkları çevreye, topluma, bir bütün olarak yaşama yabancılaşmakta,
yalnızlaşmaktadır. İnternet aracılığıyla bu eksiklikler giderilmeye
çalışılmaktadır. Gönül’e göre, patolojik internet kullanıcıları “Ben salt
internet ortamında iyiyim.”, “İnternet benim tek arkadaşım.”, “İnternet bana
saygı duyulan tek yer.” biçiminde bilişsel şemalar geliştirmektedirler.
İnternet dünyasında yüz yüze bir etkileşim olmamakta, ilişkide toplumsal
sınırlamalar ortadan kalkmakta, hiyerarşik bir ilişkiden uzaklaşılmakta,
gerçek yaşamın sorunları bulunmamakta; yapay, görece daha eşit ve sansürsüz
bir dünyada yaşanmaktadır. Bu durum insanların geçici olarak “yalnızlığını”
gidermekte, kendilerini değerli hissetmelerini ve toplumsal sınırlardan
uzaklaşmalarını sağlamaktadır. Ancak tüm bu “yararlar” geçicidir ve
insanları gerçek dünyadan uzaklaştırma tehlikesini beraberinde taşımaktadır.
Yapay olarak oluşturulan bu dünyayı, insanların bir bölümü daha güvenli
bulabilir, bu durum bağımlılık benzeri durumları yaratarak gerçek yalnızlığı
artırır. Bir süre sonra insan kendisi olanla kendisi olmayanı ayırmakta
güçlük çekebilir; gerçek kendisinden uzaklaşabilir.
Aziz ŞEKER: Öteki ve kendimiz? Neden kendisine benzemeyeni bir ötekileştirme
gayreti içine düşüyor insan? Belki de bu küreselleşmenin gölgesine sinmiş
bir insan ilişkileri problematiği… Bu iki unsur arasında kurulacak güven ve
saygıya dayalı bir diyalog birçok sosyal sorunu ortadan kaldırmaz mı? Ör:
Fransa göçmen ayaklanmasına da bu temelden hareket edilerek bakılsaydı
farklı sonuçlara gidilebilirdi.
Orhan DOĞAN: “Öteki” kavramının genellikle küreselleşmenin bir sonucu olduğu
düşünülür. Oysa “biz” ve “öteki” kavramları ve uygulamaları yüzyıllardır,
hatta ilk insanlardan bu yana hep vardı. Bu kavram çok genel bir ayrımcılığı
gösterir (gelişmiş - gelişmemiş, küreselci - küreselliğe karşı gibi). Çok
eskilerde bu ayrımcılık belki daha belirgindi: Efendi - köle, kentli -
köylü, yerli - yabancı (göçmen), yerli - azınlık, soylu - soylu olmayan
gibi. Özel de, genel de olsa, ayrımcılığın kökeninde bireysel benlik ve
toplumsal benlik değerleri yatıyor olabilir. Çünkü ayrımcılığı yapanlar
genellikle bu değerleri yüksek olanlardır. Amaçları egemen olmak, üstünlük
kurmak, sonuçta daha aşağı gördüklerini sömürmek ve kendi değerlerini daha
da artırmaktır. Bu durum “öteki”ler tarafından kolaylaştırılır. “Öteki”
olarak damgalananlar kendilerini zamanla daha değersiz görüp güvensiz,
kuşkucu, korkak, tepkisiz, kabuğuna çekilmiş bir konuma gelebilirler. Böyle
bir konum, yüzeysel olarak bakınca “biz”i (damgalayanları) haklı çıkarır;
kısır döngü sürer. Bu sorunu çözmek çok mu zor? Evet, zor. Çünkü insanın
doğasında egemen olmaya, üstün olmaya doğru bir eğilim vardır. Benlik değeri
önemli bir soyut değerdir. “Biz” grubunda yer alanlar acaba benlik
değerlerini normal düzeye getirebilecekler mi? Söylediğiniz güven ve saygıya
dayalı diyalog bu sorunu çözebilir. Fakat böyle bir diyalog “biz”im ve
“öteki”lerin eşit konumda olmalarına bağlıdır. Yüzyıllardır “biz” konumunda
olanlar bunu gerçekleştirebilir mi? Bilmiyorum, fakat pek iyimser değilim.
Aziz ŞEKER: İmge, ses, reklâm dünyası yaşam tarzlarını etkiliyor, bireye
kendisi olma şansını kaybettiriyor gibi. İnsan artık Batı’da daha az mutlu
Doğu’da daha az huzurlu mu?
Orhan DOĞAN: Daha önceki bir sorunuzda toplumsallaşmanın ve iletişim
araçlarının önemine değinmiştim. İletişim araçları, reklam dünyası ve halkla
ilişkiler sektörü insanları öyle bir ileti bombardımanına tutuyor ki,
insanlar kendileri olamıyor. Bu iletiler bize farklı, kolay, renkli, sanal
dünyalar sunuyor; bu özellikler bizi kendine çekiyor. Bir bakıyoruz ki,
herkes kabaca aynı konuyu konuşuyor, aynı marka pantolonu giyiyor, aynı
içeceği içiyor, aynı biçimde eğleniyor, aynı biçimde okumuyor ya da
düşünmüyor. Tüm bunlar bizi aynı çok uluslu şirketlerin aynı tür
tüketicileri yaparken, kültürümüzü de tüketiyoruz. Arkadaşlık, aile, sevgi,
saygı ilişkisi çok değişti. Bizim toplumumuzda artık aile ziyaretleri,
bayramlar, birliktelikler bitmek üzere. Köftemiz hamburger, pidemiz pizza,
içeceğimiz kola oldu. Artık “ben” yok, “biz” varız. Biz kimiz? Biz aynı
tüketim ürünlerine saldıran, aynı markaları kullanan, sanki aynı tornadan
çıkmış insanlarız. Kendimiz miyiz? Hayır. Kendimiz olmaya fırsat veriliyor
mu? Hayır. Bizi biz yapan küreselleşme, bizim bunda bir katkımız yok. Tüm
bunlar mutluluk huzur gibi kavramların ve yaşantıların gerçek anlamlarını da
değiştirdi. Bunlar göreli kavramlar ve yaşantılar olmakla birlikte,
küreselleşmenin mutluluğumuzu ve huzurumuzu artırdığı kanısında değilim.
Aziz ŞEKER: İnsan ilişkileri metalaştı, mallaştı. Yönelim kaybı, insan kendi
dışında mutluluk şansı arıyor aslında en büyük şans kendisi, artık bunu fark
edemiyor galiba… Artan belirsizlik ve güvensizlik insan zenginliğine neler
kaybettirecek?
Danışmanlara yoğun ihtiyaç duyulan bir dönem… Hayal kırıklığı, benlik
duygusunun parçalanması… Evet, psikiyatri küreselleşmenin bu sosyal
sonuçlarını yanıtlayabilecek mi? Sosyal sorun düzeyinde yaşananları da
ekleyebiliriz yanıtlanması gereken sorunlara; aile parçalanması, kimlik,
kişilik problemleri, sosyal destek / sosyal koruma sistemlerinin iflası,
AIDS, madde kullanımı, depresyon, aile içi şiddet sosyal sağlığımızı da
bozarken psikiyatri ve ruh sağlığı alanında çalışan sosyal mesleklere ne tür
görevler düşürüyor… Vahşi liberalizmin hortladığı yeryüzünde çözüm yolları
neler olabilir?
Orhan DOĞAN: İnsan ilişkilerinin sağlıklı başlayıp gelişmesi mutluluk ve
huzur verir. Yakın yıllara dek bu konuya önem verilirdi. Ancak insan
ilişkileri giderek somutlaştı, yüzeyselleşti, içeriksizleşti, çıkar
ilişkisine dönüştü. İnsanlar her alanda daha çok şey istemeye, somut anlamda
doymamaya başladı. Doyumsuzluk soyut anlamda da görülmeye başlandı.
Toplumumuz için söylersek, insanlar emek vererek, çalışarak, okuyarak,
düşünerek somut kazançlar elde edemeyeceklerine inanmaya başladılar. Bu
inancın temelinde büyük ölçüde “köşe dönmenin devlet felsefesi durumuna
gelmesi”nin yattığı kanısındayım. Artık bir çıkarımız varsa, insan ilişkisi
var; çıkarımız yoksa, insan ilişkisine de gerek yok. Bu tür yaklaşımlar
insanları çıkarcılığa, kolay yoldan - çalışmadan para kazanmaya, para
dışında amaçsızlığa, boşluğa, hiçliğe doğru götürmektedir. Bunun için
küresel köyde insanlar yalnızdır, milyonların arasında yalnızdır.
Ne yazık ki, insanların kendilerine örnek alacakları kişilerin sayısı çok
az. Zaten küreselleşmenin araçları böyle kişileri ön plana çıkarmıyor, yok
etmeye çalışıyor. Yaşadığımız yıllarda, insanların belki de en önemli
eksiklikleri kendilerini tanımamaları, güçlerinin farkında olmamalarıdır.
Örneğin, binlerce kilometre uzaklıktaki birini çeşitli özellikleriyle
tanırken, elinin altındaki kendisini tanımamaktadır. Gerçek duygularının,
düşüncelerinin, gizilgüçlerinin, yaratıcılığının farkında değildir. Farkına
varmadıkça, bunları kullanmadıkça, bu özellikler giderek körelecek, yok
olacaktır. Bu anlamda küreselleşme çağında insanlar kendilerine kördür.
Bu sağlıksız ilişkileri, körlükleri psikiyatri, psikoloji, sosyal
çalışmacılar giderebilir mi? İlk bakışta kuramsal olarak giderebilir gibi
görünüyor. Ancak genellikle unutulan bir konu, bu meslek gruplarındaki
insanların da toplumumuzun ve kültürümüzün, ya da küreselleşmenin bir ürünü
olduğudur. Bunu aklımızda tutarsak, yanıt biraz daha karamsar oluyor. Belki
de çözüm biziz (Ya çaresizsiniz, ya da çare sizsiniz – Behçet Necatigil).
Çözüm bizim bir araya gelip bize “öteki” damgalamasında bulunanlardan
haklarımızı almak, eşit olduğumuzu göstermektir. Bunun yolu “aşağıdan
küreselleşme”dir.
Aziz ŞEKER: Sevgisiz cinsellik, maddesel temelli aşk! Yüzyılımızın kadın
erkek ilişkisini yansıtıyor sanki. Evlilikler şirket birliktelikleri gibi.
Büyük annemizin anlattığı masallar artık çocuklarımıza anlamlı ve eğitici
gelmiyor. Ne oldu da böyle bir olumsuzlama süreci yaşamaya başladık?
Orhan DOĞAN: Küresel insanda ilişkilerin, “sevgi”nin, “aşk”ın, evliliklerin
yüzeyselleştiğini, metalaştığını, somutlaştığını görüyoruz. Küreselleşme ile
gerçekte sevginin de, aşkın da olmadığını keşfettik (!). Önemli olanın
“düzeyli birliktelikler” olduğunu öğrendik (!). Aile değerlerinin boş ve
çağcıl olmadığını da öğrendik (!). Sevip sevmediğimizi, aşık olup
olmadığımızı biz bilemeyiz (!); başkaları söyler oldu. Kadınlarımız salt
cinsel nesneler olarak sunulmaya başlandı, ideal ölçülerin dışına çıkanların
artık hiçbir çekiciliği kalmadı. Bize küreselleşme ile verilenler bunlar.
Daha önce belirttiğim biçimde doyumsuzluklar arttı. Sanki soyut olan hiçbir
şey yok, her şey somut. Bu açıdan baktığımızda güvensiz, değersiz, doyumsuz,
yalnız insan tüm bunları gidermek için tarihsel olarak çok gerilere gitti:
Güvenmek / güvenilmek, yalnız kalmamak, doyuma ulaşmak, değerli olduğunu
hissetmek için somut, yüzeysel ve çıkarcı ilişkilere yöneldi. Bunun için
özellikle gençler sevgisiz cinselliğe, somut doyuma doğru doludizgin gitti,
gidiyor. Küreselleşme her yaştan, her cinsiyetten, her sosyoekonomik ve
kültür düzeyinden insanı etkiliyor. Bunun için evlilik sorunları,
geçimsizlikler, boşanmalar, ayrı yaşamalar artıyor.
Özellikle son bir - iki kuşak sevgiyi ve aşkı tanımıyor. Yeni tanıştığı
birine “aşkım” diye seslenebiliyor. Oysa gerçek sevgi, aşk kolay mı, bu
kadar ucuz mu? (Her şeye aşk diyorlar şimdi... “Aşkım” diyorlar bir de, bu
kadar olağanüstü bir şey o şekilde kullanılır mı? Bu bir enflasyon, yok öyle
bir şey. – Ahmet Ümit)
Aziz ŞEKER: Bir yandan en zengin dönemini yaşayan dünyamız, yaygın bir
küreselleşme söylemi içinde, aynı zamanda aç ve yoksul insan sayısının en
yüksek düzeye ulaştığı bir dönemi de yaşıyor. Küreselleşme dendiğinde,
çoğumuzun aklına belki önce postmodern estetikler, internet cafeler, cep
telefonları geliyor. Fikret Şenses’in Küreselleşmenin Öteki Yüzü (İletişim;
2003) adlı kitabında yerinde yaptığı tespitlerde gördüğümüz, küreselleşmenin
bir de öteki yüzü var. Kendi ülkemizde ve dünyanın çeşitli ülkelerinde
yeterince beslenemeyen, temel sağlık ve eğitim hizmetlerinden
yararlanamayan, ancak sesleri pek duyulmayan milyonlarca insan var. Bu
insanlara; başka bir ifadeyle küreselleşmenin çok yönlü etkileri karşısında
yalnız kalan “bireye” psikososyal sağlığını koruması için neler önerirsiniz?
Orhan DOĞAN: Küreselleşmenin öteki yüzü genellikle gösterilmemeye
çalışılıyor. Gerçekte küreselleşme “öteki”lerin sayısını daha çok artıran,
bu kavramı derinleştiren bir süreçtir. Temel amacı “biz” grubundakilerin
sömürüsünü, kazancını artırmaktır. Bunun sağlanabilmesi için madalyonun
“öteki” yüzünün daha da kötüleşmesi gerekir ki, toplum aynı kalabilsin.
Küreselleşmenin öteki yüzüyle ve sonuçlarıyla ilgili önemli veriler var:
Dünya nüfusunun en varsıl %20’si dünya gelirinin %85’ine, en yoksul %20’si
ancak %1.4’üne sahiptir. Dünya nüfusunun %80’i telefondan çevir sesi bile
duymamış. Dünyadaki internet kullanıcılarının yarısı salt Kuzey Amerika’da
yaşıyor. Dünyada günlük geliri bir dolardan az olan 1.1 milyar insan var.
Askeri harcamalara harcanan para bulaşıcı hastalıkların önlenmesi, beslenme
yetersizliğinin giderilmesi ve sağlıklı su sağlanması için gerekenden daha
çok. Ülkemizde ilköğretim çağına gelinceye dek anne sütünden başka süt
içmemiş çocuklarımız var. Okul olanağı olmayan, olsa bile bundan
yararlanamayan çocuklarımız var. Bu örnekler daha da artırılabilir.
Küreselleşme, yanlış ve moda bir anlatımla “bütün hızıyla sürüyor”,
karşısına çıkanları sürükleyip götürüyor. Olumsuz etkiler karşısında yalnız
kalan birey çaresizlik yaşar ve tek başına bu etkilerden kendini koruyamaz.
Bana göre çözüm için öneriler şunlar olabilir: kendini ve toplumu iyi
tanımak, okuyup bilgi sahibi olmak (bilgi sahibi olmadan fikir sahibi
olmamak – Uğur Mumcu), düşünmek, birleşmek: Aşağıdan küreselleştirmeyi
gerçekleştirmek.
Aziz ŞEKER: Teşekkürler Sevgili Orhan Hocam.
|