Sosyal Hizmet Mesleği

Sosyal Hizmet Alanları

Sosyal Kaynak
Bilgiler

     
 

 Mehmet Emin ASLAN

Uzman Psikolog

alanemin@hotmail.com

 


SAVAȘ VE ÖLÜM DÜRTÜSÜ– PSÎKOLOJÎK BOYUTU VE
ÎNSANLIĞA OLAN ETKÎSÎ
 

 
Savașların günümüzde hız kazandığı gezegenimizde maalesef insanlığın önüne geçilemeyecek bir variasyonla hızını peyder-pey yükselttiğini ve savaș külfetine maruz kalan yüzbinlerce insan yanında, Dünya Coğrafyasının’da Ҫehresinin değiștiğine șahit olmușsunuzdur. Nitekim, insanlık tarihinde savașların beraberinde yeni entirakaların olușumunda rol oynadığını ve bundan dolayı insanlığın kutuplașmasına sebebiyet vererek yeni düșmanlıkların körüklenmesine neden olduğu da açık bir biçimde bilinmektedir.

Savașlar insanları kendi yașamlarından alıkoymak ve gelecek nesillerin yașamla bütünleșmesini engellemek için vardırlar, savașları insanlığa korkuyu, husumeti, kin ve nefret duygularını, kısacası ölümü așılatan bir konsept, tromatizmi körükleyen bir semptom olarak görmek’te mümkündür. Îște bu konuda Psikoloji ve Psikanalitik bilimi konuyu içeriğine özgü ayrıntıları ile üzerinde inceleme gereğini duyar, ve, konuyu bu anlamda reel bir biçimde insanlığın bilincine tașıma mükellefiyetini görev edinir.

 SAVAȘLARIN YARATTIĞI KAOS ORTAMINDAN OLUȘAN BUHRANLAR

Yașamın sosyal, biyolojik ve sosyal konsepsiyonu psikolojik tanım ile ifade edildiğinde hümen varlığın kendi yașamı boyunca çektiği acılara savaș çığlıkları’da eklendiğinde yașamın insanlık için ne denli zor bir dönemeçten geçtiği realitesine varmak mümkündür, lakin bu dönemeç aynı zamanda yeri onarılamayacak buhranların’da titikçisi olacağı așikardır.

Freud’ün dediği gibi “Savaș komplikasyonu sadece yıkım ile sınırlı kalmayan kendi buhranlarına psișik konjonktürde’de derin moral çöküntüsüne zemin hazırlayan bir katastrof olarak tanım bulmakta’dır, lakin moral bazında çöküntüye maruz kalan toplumların bilim adına çalıșmaları ve bu anlamda verim sağlamaları’da düșünülemez”. 

Savașlar denildiği gibi sadece yıkımdan ibaret değildir, bir diğer bakıma gelecek yașama yônelik derin, unutulmayan yaralar açan ve aynı zamanda toplumlar arası krizlerin körükleyicisi olup gelecek nesillerin yașam kalitesini körükleyen bir vizyon konumu ile kendisini ifade eden bir distenksiyon olup bu temelde insanlık yașamını derinden etkileyen bir buhran olarak kendisini tanımlamaktadır. Bu konuda Nietzche : “Tarihin șahit olduğu ve hafızalara unutulmaz bellekler bıraktığı bu mizaçta barbarlığın ne denli soykırımlar yașattığı hiçbir zaman hafızalarda silinemeyecek bir konfli ile anımsanacak gibi” diye bize tarihi hatırlatır.

Savașlara ilișkin Freud bir tanımlamada daha bulunmakta’dır, șöyleki “ Savaș toplumun kuruluşuna ve insanın insan oluşuna ilişkin temel zeminlerdeki yalanı ortaya çıkarmaya dönüktür. Bu yalan, yanılsama ya da mitler, salt bireysel psikolojinin konusu olmadıkları gibi bireysel psikolojinin açmazlarını da ortaya koyan daha geniş bir inceleme bağlamına çekildiklerinde olayın amacı, versiyonu ve nihai hedefi daha açık bir biçimde ortaya çıkacaktır” diye yorumlar.

TARÎHÎ VERSÎYONDA SAVAȘLAR VE AMAҪLARI

Savaşın uzun yüzyıllar boyunca toplumsal konjonktürde etnik  bir organizasyon ile planlanmış bir eylem olduğu iddia edilmekte’dir, lakin bu versiyonun insanın doğuşundan gelen bir eğilimi olduğu varsayımı olarak’da kabul görmekte’dir. Psiko-historik konsept’te Lacan : “savaşların farklı kültürlerin bir çatıșması ile bașladığını ve akabinde metamorfoz bir hegemonya ile bileșke bulduğu” yönünde rasyonel bir hipotez sunmakta’dır.

Savașların Amacı :

Savaşların amaçları düşmanın rolleri ve tasvirleri anlamında olduğu gibi
gelişimi boyunca’da sürekli değişmiştir. Savaș komplikasyonu ile yarattığımız düşmanları incelemeyle onların varlıklarına yön veren psikolojik etkileri daha iyi anlamak mümkündür ve bu hipotez ile Savaşın açtığı derin yaraların gelecek nesiller için hangi komplikasyonlara sebebiyet verebileceğine olan inancımızla hesaplașırsak, o zaman tarihimiz, kültürümüz, ve kendimizi sorgulayarak savaşın geleceğe olan zaafiyet ve entirakalarının ne denli yașamımızı körüklediğini anlamıș oluruz.

Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden sonra savaş ile ilgili analizlerinde Sigmund Freud, bugün Avrupa evrenselciliğinin krizi olarak teşhis edilmekte olan duruma ilișkin kriz fikrinin ve kriz yokluğundaki ideal durumun bir yanılsama olduğunu belirterek bir analizde bulunuyor ve bu analizinde tümeller tartışması olarak bilinen tartışmanın sormakta olduğu soruların biçimlerini ve konumlarını açıklıyor. Bu açıklamasına göre Klasik Avrupa Devleti olarak bildiğimiz yapının gelişimine edinim sağlayan uygarlığın, temel değerlerini neler olarak saptamış olduğuna ilişkin belirlemelerinde bir kültür varlığı olarak insan ile yasasız insan arasında, yine kendi çağının kültür varlığı olarak insanı ile arkaik toplumların kültür varlığı olarak insanı arasında iki temel ayrımın olduğunu ve bu ayrımlar doğrultusunda, klasik Avrupa insanının, ya da uygar dünyanın vatandaşının bir başarı olarak görünenin ‘temel bir yanılsama’ olarak konumlandırmakta’dır.

Freud’e göre bu başarılar ya da yanılsamalar hem ahlaki hem de siyasal düzlemde karşılıklarını ve ifadelerini bulmuşlardı. Ahlaki olana ilişkin Freud şu belirlemeyi yapmaktadır: “Bu ulusların her birisinde bireyler için yüksek ahlak normları getirilmişti ve birey, uygar toplumda rol almak istediği takdirde bunlara uymak zorundaydı. Çoğu kez çok katı olan bu kurallar, ondan çok şey istiyordu: Büyük ölçüde kendini tutma, içgüdüsel doyumdan vazgeçiş. Her şeyden önce çevresindekilerle rekabette yalan ve hile ile kazanç elde etmesi yasaktı. Uygar devletler, bu ahlak standartlarını varoluşlarının temeli olarak değerlendirilmekteydi’ler.”

Bu belirlemelerle Freud, modern insanın özerklik yanılsamasını “İnsanlığın ortak bireyleri arasındaki bütün ahlâk bağlarının bu şekilde gevşemesinin, bireylerin ahlâkında da geri-tepmeler yaratması; çünkü vicdanen, ahlâk düşünürlerinin iddia ettiği gibi katı bir olgudan ziyade, kökeninde toplumsal bir kaygıdan başka bir şeyin olmadığı” düșüncesinde’dir. Buradaki asıl sorun savaş düşüncelerinin ekseni, ve kendi varoluş temeliyle çelişecek türden ihlaller, devletler arası ilişkilerde bir başka varsayım olarak görmek mümkün. Örneğin Savaş esnasında dahi tarafların statüsü açıkça belirlenmiştir, Devletler arasındaki ilişkileri düzenleyen uluslar arası hukukun bir parçası olan savaşta düşman da eşit bir egemen devlet olarak tanınır; savaş hakkına sahip olmayı, buna bağlı olarak da meşru düşman sayılmayı kapsar, v.s... Neticede Düşmanın da bir statüsü vardır; o halde düşman haydut değildir. Savaş sınırlandırılabilir ve uluslararası hukukun tedbirleri aracılığıyla hukuksal bir mecraya sokulabilir gibi bir idea’da bulunmak’da mümkün.”diye yorumlar.

SAVAŞ VE SAVAȘIN HUKUKU

Psikojik konsept’te Savaş tarihi şiddet, saldırganlık ve adam öldürmeden ayrı olarak düşünülmüş ve toptan yok edilen bir patolojiden daha ziyade “kültürel” biryansıma olarak sunulmuştur. Böylece, doğal olarak savaşa yatkınlık söz konusuolmuş ve savaş kaçınılmaz hale gelmiştir.

Savaş halleri arasında: İlkel; Törensel; Siyasi; Kutsal; Savunmacı - korunmacı;  tipleri tanımlanırken, iki temel esas üzerinde durulur:

. Hedeflerin uygunluğu ile gelişimi, ve;

. Her savaş halinin şartları ve düşman kavramının değişiklik arz etmesi.

Hukuksal bakımdan sınırlanmış bir savaşın bile yeterince dehşet ve acı yaratacağının bilincinde olunduğunu belirten Freud, bu acıların da insanlığın ortak bireyleri arasındaki ahlâki ilişkilerin gelişimini sekteye uğratmayacağına yönelik büyük bir beklenti içerisinde olunduğunu da hatırlatır.

Freud, savaşın hukuksallaştırılmasına ilişkin yanılsamayı veya beklentiyi eski Yunan amfisiyonik konseyi’nin almış olduğu ünlü bir karara benzetir, bu karar uyarınca konsey üyesi hiçbir kent yok edilemeyecekti; hiçbir kentin zeytin ağaçları ve su kaynakları kesilemeyecekti. Benzer bir beklenti de modern ordularla ilgili olarak söz konusuydu. Ordular mücadelede bir tarafın üstünlüğünü sağlamakla yetinecek ve karara katkısı olmayacak akut acılardan kaçınmak için elinden geleni yapacak ve cepheden uzaklaştırılması gereken yaralılara ve kendilerini yaralıların iyileşmesine adayan hekim ve hastabakıcılara tam bir dokunulmazlık hakkı tanıyacaktı. Kuşkusuz nüfusun savaşa katılmayan kesimlerine savaş içinde yer almayan kadınlara ve yetiştikleri zaman birbirleriyle dost olacak olan çocuklara tam bir saygı gösterilecekti. Yine barış döneminin ortak uygarlığını kapsayan bütün uluslararası girişimler ve kurumlar da korunacaktı. Savșın hukuku denilen ahlâki ve etik değer iște bundan ibaretti.

Böylelikle Freud, hem tarihsel hem de biyolojik bir süreklilik düşüncesiyle, uygarlık ile doğal durum arasında ciddi bir kopuş ve insanın akılsal yanı ile doğal yanı arasında güçlü bir ayrım olduğunu varsayanların karşısına dikilir.

Psikanalitik  ve terapi sentezlerinde Freud gibi Nietzche savașın gerçek yüzünü açıklarken șöylesine bir deyime dikkat çekerler : “Gerçekte vatandaşlarımız korktuğumuz kadar derine batmamıştır; çünkü hiçbiri inandığımız kadar yükseğe çıkmamıştır.” Otörlerinde belirttiği gibi burada bir ikiyüzlülük söz konusudur. Eylemlerin uygar toplumun koyduğu kurallara göre düzenlenmesini temin eden, ve, insanların güdülerine pek aldırış etmeyen uygar toplum ki burada kendi doğalarını izlemelerine olanak tanımadığı için bu üyelerini kendi güdüsel mizaçlarına yabancılaşmaya zorlamıştır. Dolayısıyla sürekli olarak içgüdüsel eğilimlerinin dışavurumu olmayan kurallara uygun hareket etmeye zorlanan kişi, ruhsal anlamda kendi donanımının ötesinde yaşamaktadır ve tutarsızlığın farkında olsun veya olmasın nesnel anlamda ikiyüzlü olarak tanımlanabilir diyor Freud. “Bu uygarlık tam da bu ikiyüzlülüğün üzerine inşa edilmiştir” diye yorumlar.

Bu anlamda bilimsel ve rasyonel düșünce, ve, değer biçimini’de dikkate alarak denilebilirki : Savasların önlenmesi bir nevi Savaş ve Değer yargılarının evrimleşmesinin incelenmesiyle birlikte, her zaman savaşların ve savaşmanın insan doğasının bir yönü olmadığı iddiasıyla gezegenimizdeki yaşamı muhafaza etmek ve hertürden savaşların önüne geçmek için bir umut ıșığını görmek mümkündür.

NEOLÎTÎK SAVAȘLAR VE GÜNÜMÜZE YANSILAMASI

İlkel ya da Neolitik savaş, törensel bir savaş haliydi. Bu, bir tür pusu
anlayışının kilit rol oynadığı veya yüz-yüze yapılan bir savaş türünden
ibaretti. Neolitik dönem savaşlarının tersine ihtiraslı savaşlar, diğer halkların ve kaynakların (su, hammadde, para, güç) üzerinde siyasi hâkimiyet kurmanın uzantısı halini aldı. Bu tarz savaşlar dördüncü bin yılda başlayıp bir süre devam etti ve 18.yüzyılın sonuna kadar ara-sıra diğer savaş tarzlarıyla aynı zamanda sürdü.

Bu ulus devlet savaşları, savaş betimlemelerin yanı sıra tarihimizin büyük bir kısmına’da hükmetti. Savaşlar beraberinde yeni teşvikler getirmişti: (güç ve meta, toprak ve altın). Tarım uygarlığı, tarımsal üretimi denetleme teşebbüsünü uzun süre planlamaya gerek duydu. Winnicott’a göre “Doğayı denetim altında tutmak ve onun hakkında öngörülerde bulunmaya yönelik bu teşebbüs, ailede olduğu gibi, toplumda da kaçınılmaz olarak yansımasını buldu. İlki gibi, ikincisi de daha hiyerarşik ve ataerkil hale geldi. Çocuklar daha erken sütten kesildi ve çok daha küçük yaşlarda çalışanlara yardım etmeye zorlandı. Daha fazla zorlama ve giderek azalan fiziksel sevgi gösterisi bu değişimi karakterize etti. Azalan ailevi duygusal yakınlık ve üretim ile metaya karşı artan ilginin sonucunda çocuğun zihninde şefkat, mal ve mülk ile aynı değer haline geldi. Açgözlülük ve suçluluk çocuk yetiştirmenin daha meşakkatliliği ve cezalandırıcılığı yönünde bir eğilime öncülük etti. Savaş, kurumsallaşmış bir sado-mazoşizm haline geldi”.

Savaș misyonu boyunca senyörlerin Milyonlarca insan krallarının zenginlikleri uğruna piramitler inşa etme ya da yabancı ülkeler işgal etme amacıyla savaşmaya istekli hale getirildi. Ulus devlet savaşları binlerce kişiden oluşan kitlesel ordularca gerçekleşti. Bu kalabalık kitle, çok düzenli organize olmuş bir şekilde, belirli bir komutada, adım-adım ilerlediler ve yapılagelen bu savaș organizasyonları adeta  Modern askeri eğitimler, Milattan Önceki Eski Mısırlıların eğitimlerine çok benzetilmekte’dir.

Bu çağda yapılan Savaşlar tıpkı düşmanının da yaptığı gibi, arkadan öne doğru düzineler halinde sıralanmış askerlerin, düşmanlarına karşı harekete geçmeleri için birbirlerine ileriye doğru baskı yapmalardan ibaretti ve sonuç, dar bir alanda, devasa miktarlarda merhametsizce gerçekleştirilmiş ölümlerdi.

Öyle ki, köylü tabanlı toplumların gözlerini açgözlülüğün boyadığı
politik savaşları kitlesel olarak yıkıcıydı ve onların ileri derecede toplumsal
düzenini yansıtmaktaydı. Sonuç olarak farklı çocuk yetiştirme pratikleri ve
farklı kişilikler’de bu kültürün bireylerinde gelişmişti.

Psikolojik olarak savaşın bu türünde “düşman” gücünü artırmak ve daha çok meta, daha büyük toprak parçası elde etmeye engel olan bir engelleyici olarak algılanmıştır. Bu konuya ilișkin Winnicott söyle bir izahatta bulunur : “Düşman imha edilmelidir ve kaybolan aile sevgisini arayan doyumsuz bir açgözlü kişiliği tatmin etmek için kontrol altına alınmalıdır. Bu kültürün yetişkininde suçluluk yüklü bir kişilik oluşmuş, güç ve otoriteye boyun eğmek suçluluğu arttırmış ve öfke ebeveynlerce zamansız bastırılmıştır”.

Savaşın üçüncü türü, savaşın ikinci türüyle var olan ve onunla gelişen epik
savaştır.
Bu savaşlar, eğitilmiş profesyonel askerlerin hiyerarşik ve karmaşık bir
düzende olmasından dolayı öncekilerden farklıydı. İlyada ve Mahabharata gibi
şiir ve edebiyat, savaşın dramatik durumunu ve savaşçının değerini yüceltmiştir.
Savaşçılar, kahramanlar haline gelmiş, “şeref” ve “ün” ile donatılmıştır. Savaş,
insanlık halinin merkezi bir sembolü olmuştur. Savaşçı ölümün ve birbirleriyle
savunmasız bir şekilde savaşmanın getirdiği kaybın üstesinden gelen insan
dirayetinin en saf şekli olarak görünmüştür. Bir denetim töreni veya
açgözlülüğü ve suçluluğu yatıştırma niyetinden daha da ötesi, savaş, insanın
kabiliyetini, cesurluğunu ve dayanıklılığını ölçen bir yöntem olarak lanse edilmekteydi. Toplumun belirli kesimlerindeki erkek çocuklar, savaşçılar olarak yetiştirilmiştir. Bu bağlamda savaş, erkekler için, çocukluktan yetişkinliğe bir geçiş, bir bașka deyimle Düşman, “sevgili düşman”dır. O, “kıymetli mücadele“ olarak görülüp kendisine saygı duyulmuştur.

Bunlar bireyselciliğin doğuşunu yansıtan bireyselci savaşlardır. Bu durumda,
merkezi hükümet bir takım güçlerini kaybettiğinde ve yeni bir aristokrat sınıfı
ve profesyonel askerler ortaya çıktığında var olmuştur. Bu savaşlar da
şiddetliydi, ancak geniş ölçekli ölümler onun amacı değildi. Düşmana, ölüm
için – kusursuzluk için - savaşma kabiliyeti ve istekliliğinden dolayı saygı
duyulurdu
. Düşman, özel bir kişiydi. Kendisi ve onu destekleyen halktan nefret
edilmezdi
. İlyada’da olduğu gibi, bu savaşlar şiddet ve öldürme değil, daha çok,
coşkunluk, saygınlık ve kahramanlık hikâyesi ile ilgiliydi
.

F. Nietzche Savaşın dördüncü türü sayılan “Tanrı” adına yapılan veya böyle bir görünüm verilen Kutsal Savaşlardan bahseder.

Savaşın beşinci türü yirminci yüzyılın savunma savaşıdır. Bu savaş yöntemi
günümüzdeki son derece etkili teknolojik kullanımının yanısıra kutsal savaşlardaki gibi altında yatan benzer amaçların bazılarını’da barındırır. Jung tarafindan betimlenen
Yeni Dünya üzerindeki organsız bedenin damarlarının içerisinde işleyip de dışlamaya çalıştığı eski Dünyanın bedensiz organını üreten bir yansıtma (projeksiyon)- içyansıtım (introjeksiyon) mekanizması bu sağlıksız çatışmanın iki kutbunu üretiyor. Biri toplumsal diğeri metafiziksel olup da birbirlerine karşıt olan bu iki kutup ne kendilerini ne de karşıtlarını besliyorlar, ama bir olumsuzluk olarak ötekiliğin üretilmesine katkıda bulunmaktan geri kalmıyorlar, ve böylece birbirlerine karşıt olarak konumlanıp her ikisinin de parçalanışına sebep olacak korkunç tuzağın kurulmasında önemli bir rol oynuyorlar. Bu mekanize olmuş günümüzdeki savaşı eşsiz kılan özelliği, onun savunma konusundaki bakış açılarıdır. Son yüzyıldaki tüm savaşlar, savaşa katılanlarca, saldırgan bir dış düşmana karşı savunmada olmak olarak algılanmıştır.

Birinci Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı, Kore, Vietnam, Grenada ve Orta
Amerika’daki yakın zamanlardaki Ortadoğu ve diğer savaşlar, v.s… Yine benzer sebepler için yayılmacılığa bir tampon bölge oluşturmak adına İkinci Dünya savașından sonra bazı Doğu Avrupa ülkelerin işgal edilmesi...
Her ikisini’de yok eden husumet dolu bir sürecin tutsağı haline geliyorlar. Birinin diğeri olmaksızın hayatta kalabilmesi olanaksız olmasına rağmen, birbirlerini yemeyi tercih ediyorlar.

Bu düşünce, mantık ve gerçeklikle hiçbir şekilde bağdaşmayan olayın temelindeki psikolojik süreçlere ışık tutar. Bu arada, bu psikolojik süreçler davranışın şekillenmesinde son derece önemlidir.

“Stratejik Savunma Teşebbüsü” adına savașı günümüzdeki bütün uluslar askeri güçlerini ve nükleer silah politikalarını savunmanın gereği olarak görürler.

GÜNÜMÜZDEKÎ SAVAȘLARIN TRAMVA ÖRNEĞÎ

Baskı, inkar, ayrım yaratma, tahmin ve yer değiştirme, kutsal ve savunma
savaşlarında düşman yaratmayı anlamada kilit öğelerdir.  Psikanaliz teorilerinde Freud ve  Lacan,  ego ve süperego’nun gelişmesi ve erken yaşlardaki deneyimler ile düşman yaratma arasında bağlantıya dikkat çelerler kaygı, analizlerine göre korku bunlardan birer tanesidir.

Törensel savaşı kutlayan kabile mensubu birisinin ya da güç ve kaynaklar
için savaşan açgözlü toprağa dayalı imparatorlukların aksine, günümüzdeki
savaşlar korku verici bir acizlik haline gelmiştir. Bu parayonak tasarım,
“tehditkâr düşman”a karşı yeni gelişen bu bakış açısı, günümüzdeki bütün
savaşların temelinde yer alır. Endüstrileşme ve teknoloji, güven ve güvenliğe
dair bir umut vaat etmez. Günümüzde insanlar; doğa, toprak, hava, deniz ve hatta uzay üzerinde çok daha fazla denetim sahibidir. Benzer bir şekilde, eğitim
kurumları ve iş ortamlarındaki insanlar üzerinde de daha büyük bir denetim söz
konusudur.

Savaș sonrası sağlam dokusu, ziyadesiyle denetim altında tutulan hayat tarzıyla modern yaşamın fiziksel ve psikolojik güveni sağladığı sanılır. Oysa hiçbirini sağlamaz. Bu travma normal yașamın aksine sağlam dokuya ve memnun etme gereksinimine uygunluk göstermeyen negatif duyguların baskısı, daha sonraları tasarım üzerinde daha büyük miktarlarda baskıya yol açar. Bütün bir kültür için savaş, mükemmel bir tasarımın nevrotik dışavurumunu’da gösterir.

Günümüzdeki düşmanlaştırma aşamasının ikinci bir unsuru, düşmanın
ufak ve teslimiyetçi olduğu kadar, aynı zamanda da aşırı tehlikeli, denetleyici ve
güçlü olarak algılanabilmesidir. Bugün “kötü bir düşman” olarak algılanan bir
grup, yarının “güvenilir dostu”, “müttefiki” olabilir. Son yarım yüzyılda uluslar
arasındaki bu değişimin bazı örnekleri düşmanlaştırma sürecindeki Savaş propagandası, her defasında, temelde düşmanı yok etmek ve düşmanla savaşmanın ilk adımı olarak, onu uysal, insani ve bireysel niteliklerinden soyarak kimliksiz halde gösterir. İyi ve kötü, kutsal ve şeytani ve sonuçta biz ile onlar arasındaki fark, günümüzdeki savaşların temelini oluşturur. Düşman kendisi ve başkaları için, sembolik değil, doğrudan bir tehlike içeren hedef gösterilmiş bir nesne haline gelir.

“Düşmanlaştırmanın” psikolojik incelemesi; Gelmiș geçmiș tüm Dikatatörler gibi artık hayatta olmayan kötü adamlar için değildir, bu düșüncenin temelinde tehlikelerle daha somut ve etkin bir bağ kurabilelim diye düşman yaratmanın köklerini ifşa etme amacını taşır.

SAVAȘLARIN NÜKLEER DÜRTÜSÜ 

Nükleer silahlar ve yıldız savaşları bizlere savunma önlemlerinin sıradışı
örneklerini sunar. Bazı hallerde, nükleer silahlar, günümüz dünyasında “korunma ihtiyacına” ne kadar çok gerek olduğu konusunda güçlü bir metafordur diye sıradıșı düșünceler üretilir ve bunu elde etmek adına yok etme riski göze alınıyor.
Bu ölüm dürtüsü canlı organizmayı adeta hedef alıyor ve organik olanı inorganik olana dönüştürmeyi amaçlıyor.

Bu noktada “Ölüm dürtüsü saldırganlığı dış dünyaya yönelterek ve böylece kendini koruma içgüdüsüne katkı koyarak, organizmanın kendi kendini yok etmesini hedefleniyor. Kendi-kendini yok etme dürtüsü kendine karşı çıkıp, şiddetin ve saldırganlığın başkalarına yöneltilmesiyle ortaya çıkıyor. Burada Özne kendini öldürmemek için başkalarını öldürüyor.

Neticede bu senaryo, bir aygıtın, “zihinsel bir aygıtın”, iki bileşeninin, aynı şeyin iki, farklı kavranmış unsuru olarak görünmesini sağlayan işlemini tanımlıyor.

NETÎCEDE

 “Bütün ölmüş kuşakların geleneği büyük bir ağırlıkla yaşayanların beyinleri üzerine kâbüs gibi çöker” diyen bir atasözünü hatırlatarak, “insanın sadece kendi yakın kültürel çevresinin baskısına değil, aynı zamanda kendi atalarının kültürel tarihinin etkisine de tabidir” diyen bir diğer deyimle açıklananda bilginize sunulan bu etmenleri, insanların zihinsel yapıları doğrultusunda ve insanın bir kültür varlığı olmasının’da buna dönüşmesi ekseninde işleterek, oldukça Psikolojik, Etnolojik, Antropolojik ve Sosyal bir konuma yerleşeceğini söylemek mümkündür. Nitekim, İnsanlığın uygar dünyanın değerleri olarak ele alınan yanılsamalarının yıkılmasını ve kıvrılma kavramıyla açıklayan bu düșünce, sözü edilen yıkılış fikrini’de insanın kavranılışına ilişkin bir hataya bağlamak mümkündür.

Savaşın, organize olmuş, önceden tasarlanmış, “saldırı” ya da “savunmaya” karışık bir kitlenin yer aldığı “toplumsal olarak onaylanmış” eylemler olup, belirli bir amaca ulaşmak için mantıksal bir yörüngeyi takip etme durumu olduğu varsayımıyla sözü noktalasak; savașın bazı yönleriyle, bir kültür varlığına dönüşen insanın çıplak doğasının büsbütün geride bırakıldığı, ya da uygar insanın ilkel konumunu tamamen aştığı biçimindeki varsayımı ve bazı durumlarda nitelikli bir hataya’da dönüștüğünü varsayıma katmak mümkündür. Lakin, İlkel evreler her zaman tekrar kurulabilir; ilkel ruhsal yapı kelimenin bir diğer anlamıyla ebedidir, ve, asla yok edilemez.

Tarihte görülmüș ve olurluluğuna șahit olunmuș etkin Spartaküs örneğinde olduğu gibi ve çok yakın tarihte gördüğümüz Sarı Yelekliler direnișinde görüldüğü gibi, bazı İktidarlar artık metaforlar aracılığıyla temsil edilemez. Çünkü metafor yalnızca bir fantezi dünyası olarak var olan metafiziksel dünyaya ait bir kavramken, günümüzde iktidarlar daha önce hiç olmadığı kadar maddi bir varlığa sahip olmasına rağmen maddiyatı deneyimin psikosomatik ve sosyopolitik alanlarını birleştirdikçe parçalanmaya mahkümdurlar. Hiç șüphesiz bu direnișlerin devam etmesi ve bahșettikçe mevcut kozmopolitik iktidarların parçalanması’da beklenmekte’dir.

Bu konuya özgü Psikologlar, Sosyologlar, Endokrinologlar, Etyolojistler ve Fizyologlar, bunu insanın Psikolojik ve Genetik yatkınlığına bağlarlar, Psikoloji bu konuyu Mantığa ve Îradeye bağlar.  Klasik psikanalistler ise bunu ölüm içgüdüsüne ve odip kompleksine, Isaac sendromuna bağlarlar, felsefeciler ise bunu  insanın özündeki saldırganlığa olan eğilime bağlamışlardır. Onlardan daha önce, eski içgüdücüler, savaşla ilgili tutumları dürtü ya da içgüdüsel bir davranış biçimine indirgenebilir olarak değerlendirmişlerdi.

Herhangi bir savaş modeli konusunda “hemfikir” olursak, yukarıda bahsedildiği üzere, savaşlara insanın doğasında olan saldırganlığa eğilimin neden olduğu kolay ve kaderci görüşe katılmamız mümkün olamaz çünkü Savaş var olan bir dizi karışık psikolojik ve sosyolojik faktörlere bağlı Îstilaci, Hegemonyacı kültürel bir olgudan ibarettir.

Bu faktörlere psiko-tarihsel perspektif açısından bakarsak, şimdiki durumumuzu daha iyi anlayabilir ve daha barışçıl bir geleceğe sahip olma konusunda hep birlikte adımlar atabiliriz.

Hiç unutmamamk gerekir’ki : Her an bir kıvrılma ile ileri gidildiği sanılan tarih kendi çarkını bir kıvılcımla geriye doğru döndürebilir.

Bu “yaşanarlılık” denilen öykü artan savașların insanlığı hezimete uğrattığı tipik bir Dünya-Düșü ve Mentalitesinin bir ütopyasından bașka asla bir șey değildir.

Kaynakça :

. D. Winnicott  : Insan Doğası

. J. Lacan : Psikanalizin Dört temel kavramı

. C. G. Jung :  Kișiliğin gelișimi

                        Insan ruhuna yöneliș

. F. Nietzche : Îyinin ve Kötünün ötesinde

                          Insanca pek insanca

                         Putların alacakaranlığı

. S. Freud :    . Uygarlığın Huzursuzluğu               . Narsissizm üzerine       . Savaș ve ölüm üzerine

                           . Bir yanılsamanın geleceği              . Günlük yașamın Psikopatolojisi

 

 
 

 

Yasal Uyarı , Gizlilik Beyanı ve Künye
 

sosyalhizmetuzmani.org © Bütün hakları saklıdır.