Söyleşilerimiz,sitemiz adına editörümüz ve yazarımız Aziz ŞEKER tarafından gerçekleştirilmiştir. |
|
|
|
|
||||
Sorularımızı yönlendireceğimiz Orhan DOĞAN, sevginin, insanlığın, dostluğun,
değer yitiminin bu değin çokça hayatımıza girdiği, içimizdeki barışa bile
müdahale ettiği günümüz koşullarında insan olabilmenin onuruna ve erdemine
ulaşmış bir akademisyen, psikiyatrist, bir bilge insan… Anne-baba adayları doğumdan önce çocuklarıyla ilgili düşler kurar, yetiştirme biçimini belirler, eğitim planları yapar, hatta mesleğini bile belirler. Bu düşlerde doğal olarak çocukları iyi, sağlıklı, güzel/yakışıklı, zeki, akıllı, başarılı bir insandır. Çocuk bu duygu ve düşünceleri taşıyan anne-baba ortamına doğar. Anne-babanın çocuklarının engelli olduğunu öğrenme zamanı engelin niteliğine göre değişir. Örneğin, doğuştan anomalilere bağlı fiziksel engel yaratan bir durum ilk görüşte fark edilebilirken, zihinsel engellilik yaratan bir durum birkaç yıl sonra fark edilebilir ya da öğrenilebilir. Çocuklarının engelli olduğunu öğrenen anne-babaların tepkileri, bu tepkilerin gelişme süreci ve aşamaları kabaca birbirine benzer. Tepkilerinin süresi ve şiddeti değişebilir. Anne-babaların bu durumu ilk öğrendiklerinde yaşadıkları, bir kriz durumudur. Tepkileri gözden geçirdiğimizde, yaşananlar Elizabeth Kübler-Ross’un formüle ettiği ve açıkladığı ölüme karşı gösterilen tepkilere benzer. Anne-babaların ilk tepkisi şok ve yadsımadır. İlk anda ne olduğunu kavrayamaz, donup kalabilirler; ancak kötü bir şeyler olduğunun farkındadırlar. Duyduklarına inanamazlar, tanının yanlış olduğunu düşünürler; olduğu söylenen engellilik durumu kendi çocuklarında yoktur, olamaz. Güvendikleri kişilere, farklı hekimlere ve farklı kurumlara başvururlar. Bunları yaşarken yoğun bir çaresizlik ve ümitsizlik içindedirler. Anne-babalar kendilerine, eşlerine, kaderlerine, tüm insanlara öfke
duyabilir; Allah’a isyan edebilir. Bu durum milyarlarca insanın içinde neden
kendilerini ve onların çocuklarını bulmuştur? Bu kendilerine verilen bir
ceza mıdır? Eğer cezaysa, suçları nedir? Anne-babalar kabul etmeseler de ortada bir sorun vardır ve doğum öncesindeki düşlerinin gerçekleşmesi tehlikeye girmiştir. Bu tam anlamıyla bir düş kırıklığı yaratır. Kayıp duygusu, geleceğin belirsizleşmesi, sıkıntı, ruhsal acı, çaresizlik, ne yapacağını bilememe, benlik saygılarında düşme yaşarlar. Sonuçta toplumsal ilişkilerde azalma, klinik olarak depresyon ortaya çıkabilir. Aileler bu duygu ve düşünceleri yaşarken ve durumu anlamaya çalışırken yavaş yavaş gerçeği kabul etmeye başlarlar. Engellilik hakkında daha çok bilgi sahibi olmuşlar; korkuları, endişeleri, ümitsizlikleri ve olumsuz duyguları azalmaya başlamıştır. Çocuklarının durumunu anlamaya daha hazır duruma gelmişlerdir. Çocuklarına yardım etmek, engeliyle baş etmesini ve yaşamını normal biçimde sürdürmesini sağlamak isterler. Hekim ve diğer ilgililerle, Allah’la uzlaşma yolları ararlar; adak adarlar. Yardım alabilecekleri tüm kişi ve kurumları öğrenirler, ararlar; artık işbirliğine hazırdırlar. Görüldüğü gibi, bu süreç çok zorlu ve görece uzun bir süreçtir. Bu sürecin
kısaltılması ve hafif düzeyde atlatılmasında, ailelere engel yaratan durumun
kim tarafından, nerede, nasıl söylendiği önemlidir.
Orhan DOĞAN: Engelliliğin sonradan oluştuğu durumlarda da yaşanan süreç yukarıdakine benzer. Aradaki fark suçlanan kişi, kurum ve olaylarda; engelli kişiye bakış açısında ve tutumlardadır. Doğuştan engelli çocuğu olan anne-babalar kimi zaman çocuğu suçlayıp onu
kendilerine verilmiş bir ceza gibi görebilir. Eşler birbirini suçlayabilir,
bu çocuğun kendilerine ve diğer çocuklarına zaman bırakmadığından, yük
olduğundan yakınabilir. Böyle ailelerde ilişkiler bozulur. Çocuğa karşı
ilgisiz, reddedici bir tutum gösterilebilir, ihmal edilebilir, çocuğun
bakımı zorunluluk olarak görülebilir ve sonuçta aile üyeleri tükenmişlik
duygusu yaşar. Sonradan engelli bireylerin aileleri, engeli oluşturan kişi, kurum ya da olaya bağlı olarak suçlanma yaşamayabilirler. Ancak şok, kabullenmede güçlük, “keşke” dönemi, kayıp duygusu, depresyon, kabullenme ve çare aramayı benzer biçimde yaşarlar. Bazı ailelerde engel durumu kenetlenmeye yol açabilirken, bazı ailelerde bireysel özelliklere bağlı olarak aile ilişkilerini bozabilir. Aile bireylerini ve aile ilişkilerini bu kadar çok etkileyen bir durumda anne-babaların tutumları, davranışları, sorun çözme ve stresle baş etme yetileri hem engelli çocuk için, hem de diğer çocuklar için önem taşır. Çünkü çocuklar için ilk ve en önemli özdeşim örnekleri anne ve babadır. Çocukların kişilik özelliklerinin gelişmesinde, ortaya koydukları tutum ve davranışlarında, duygu ve düşüncelerinin anlatımında, sorun çözme ve stresle baş etme güçlerinin gelişmesinde anne-baba ile ilişkiler ve erken çocukluk yaşantıları önemlidir. Bu nedenle anne-babaların engelli çocuklarıyla konuşurken, ona hitap ederken ve davranışlarında daha dikkatli olmaları gerekir. Anne-babaların engelli çocuklarını değerlendirirken olabildiğince nesnel ve
gerçekçi olmaları önemlidir. İlk aşamada tanının yanlış olabileceğini
düşünmeleri ve tanıyı doğrulama/yalanlama girişiminde bulunmaları doğaldır.
Ancak kabullenme, çare arama aşamasında duygularından sıyrılmaya çalışıp
gerçekçi biçimde düşünmeleri, çözüm aramaları ve çaba göstermeleri beklenir.
Çünkü engelli çocuklarına yardım edebilmeleri için acıma, acındırma,
suçlama/suçlanma gibi duygularını bırakmaları ya da en aza indirmeleri
gerekir. Engelli çocuklara/bireylere anneleri bakıyorsa, doğal olarak anneye daha yakındırlar. Burada önemli olan bu yakınlığın bağımlılık düzeyine ulaşmamasıdır. Anneler çocuklarının gerek davranışsal, gerekse toplumsal işlevler açısından bağımsız olmalarına destek olmalıdır. Sonradan engelli bireyler bir organ ya da işlev kaybı nedeniyle kayıp duygusu yaşarlar. Engeli oluşturan nedene yönelik öfke duygusu yaşarlar. Öfke tüm insanlara yayılabilir, onları düşman gibi görebilirler. Kaybettiklerine üzülme, kendine acıma, sıkıntı, endişe, çaresizlik, kendine ve diğer insanlara güvensizlik, içe kapanma, üretken olamayacağı korkusu, cinsel sorun görülebilir. Toplumsal yönden ilişkilerde azalma, hırçınlık, inatçılık, olumsuz tutum, saldırganlık; okul ya da iş başarısında düşme, iş bulma ya da işi sürdürme güçlüğü; gelecek endişesi yaşayabilirler. Bu
bireylerde bağımsızlık-bağımlılık ikilemi önemli bir sorundur: Bir yandan
bağımsız davranmak isterler, bir yandan bağımsız davranamayacaklarından
korkarlar; bağımsızlıklarının desteklenmesi önemlidir. Engelli olsun, ya da olmasın, tüm ülkelerde “sağlıklı yaşama hakkı” tüm insanların en temel haklarından kabul edilir; ülkemizde de. Sağlıklı yaşama hakkını yaşam kalitesi temelinde düşünürsek, bunu ancak gerçek anlamda işleyen “sosyal devlet” sağlayabilir. Bunu beklemek de, istemek de herkesin hakkıdır. Türkiye’de engellilik konusunun toplumun gündeminde yeterince yer almadığı kanısındayım. Genellikle bir engelli bireye sahip olan aileler konuyla ilgilenmekte, engellilere yönelik çözüm üretmeye çalışmaktadır. Ancak gelir dağılımının çok bozuk olduğu göz önüne alındığında, ailelerin çoğunun kaderiyle baş başa kaldığı, ilgilenen ailelerin oranının çok düşük olduğu söylenebilir. Engelli sorunu genel olarak insan haklarından, sosyal devlet ilkesinden, adil gelir dağılımından soyutlanamaz. Oysa ülkemizde engellilerin işe yerleştirilmesiyle ilgili hükümler taşıyan yasa olsa da, yürütmeyle görevli birimler buna uymamaktadır. Örneğin, başbakanlıkta tek bir engelli çalıştırılmazken, bakanlıklardan da salt enerji bakanlığı yasaya uymaktadır. Bu örnek bile engelli konusuna bakış açımızı göstermeye yeterlidir. Gözlemlerime göre, toplumumuzun engelli konusuyla yüzleşebildiğini söylemek
çok güç. Genellikle engelli bireyler suçlu, günahkar gibi görülmektedir.
Toplumun tutumu daha çok acıma, onları dışlama, alay etme, aşağılama
biçimindedir. Engellilerin yaşam kalitesini iyileştirecek bilgi, düzenleme,
çaba ve istek görülmemektedir. Buradaki temel sorun parasal kaynaktan çok,
zihinsel yetersizlik, bilgisizlik ve hazır olmamadır. Engelli bireylerin çoğunda uyum sorunu, anksiyete, depresyon gibi ruhsal
sorunlar görülmekle birlikte, ruh sağlığı çalışanlarının bu alana ilgi
göstermedikleri söylenebilir. Oysa ruhsal destek, engelli bireylerin
bağımsız olmalarında, üretken olmalarında, yaşam kalitelerinin
artırılmasında, kendilerine güvenmelerinde, topluma uyum sağlamalarında çok
önemli yararlar sağlayabilir.
Orhan DOĞAN: Engelliliğin ve ayrımcılığın önlenmesinde her şeyden önce
sosyal devlet ilkesinin, insan haklarının, engelli haklarının, adil gelir
dağılımının, yeterli eğitim ve sağlık hizmetinin yaşama geçirilmesi;
zihinsel değişmenin sağlanması gerekir. Bu konuda en önemli görev yasama ve
yürütme organlarına düşmektedir. Devlet ve onu oluşturan toplum engellilere sağlık, eğitim, sosyal güvenlik,
işe yerleştirme, spor, kültürel etkinlik alanlarında olanak sağlarsa,
engelli bireyler toplumun üretken ve uyumlu bireyleri olabilir. Engellilerin
yaşam kalitesini yükseltmek toplumun ve devletin görevidir. Bunu sağlamak ve
çeşitli olanaklar yaratmak için çeşitli engel gruplarına yönelik uzmanlar
yetiştirmek, onların uygun ortamlarda/kurumlarda çalışmasını sağlamak
gereklidir. Bugün engelli bireyler için gerek yeterli ve uygun kurumların,
gerekse uzmanların olduğunu söylemek güçtür. Engellilerin eğitiminde normal
eğitim kurumlarında normal sınıflarda eğitim, ya da kaynaştırma eğitimi
uygun olacaktır. |
|
|